Ana Sayfa | Son Dakika | Cocuk ve Din | slaytlar | Peygamberler Tarihi | Makaleler | Yuce Allah'in Varliginin isbati | Iman esaslari | Namaz Dua ve Sureleri | Ibadet | Siirler | Yunus Emre | Minik Dualar Grubu | Favori Linkler | Iletisim | Program Arsivi | Peygamberimiz | Ozgecmis | ilahi dinle | FOTOGRAF ALBUMU

IMAN VE IBADET SITESI

Makaleler

Sabri Çap / Karşıyaka Vaizi / İzmir

HAK SAHİBİNE HAKKINI VERİNİZ

İslâm, insanı dünya ve ahirette mutluluğa ulaştırmak için gönderilmiştir. Bundan dolayı onun, hem bu dünyada hem de ahirette saadete ulaşması için hayatını tanzim ederek kontrol altına almış ve onun bu dünyadaki hayatını, ahirette hesap verme düşüncesine bağlı olarak geçirmesini istemiştir. İslâm’ın, insanın dünya ve ahiretteki mutluluğunu temin edecek en önemli prensiplerinden biri de kul hakkı mefhumudur.

Her Müslümanın, hayatı boyunca yapması gereken bazı vazifeleri vardır. Bir hadiste Peygamber Efendimiz bu vazife ve hakların ifasını şöyle ifade buyurur: ''Muhakkak ki Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır. Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır. Aile efradının senin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver.''  (Buhari, Savm, 51; Edeb, 86)

Dinimizde insanın Allah'a karşı yapması gereken bazı görevleri vardır. Namaz kılmak, oruç tutmak, haramlara yaklaşmamak... kısaca Allah'ın emirlerine riayet etmek, yasaklarından uzak durmak. Bunlara ''hukûkullah'' diyoruz. Bir de insanın kendi nefsine karşı vazifeleri vardır. Nefsinin fıtrî ihtiyaçlarını mübah yollardan karşılamak bunların başında gelmektedir. Bunlardan başka bir de diğer insanlara karşı bazı vazifeleri vardır. Bir Müslümanın diğer insanlara karşı yapması gereken görevlerini yapmaması veya onlara karşı yapmaması gereken bir fiili işlemesi neticesinde hasıl olan hakka ''kul hakkı'' diyoruz.

İslâm’da kul hakkı kavramı oldukça geniştir. Zira, çocuğun ana-babası üzerindeki hakları, ebeveynin evladı üzerindeki hakları, komşu hakları, kadının kocası ve kocanın hanımı üzerindeki hakları, işçi-işveren hakları ve öğretmen-öğrenci hakları hep bir yönüyle kul hakkı ile irtibatlıdır. İslâm’da kul hakkı, sadece başkasına âit bir malı haksız olarak kişinin kendi mülkiyetine geçirmesinden ibaret değildir. Yani kul hakkı sadece maddî şeylere bağlı değildir. Bir insan, pek çok durumlarda kul hakkına müdahale edebilmektedir. Tecessüs, su-i zan, yalan ve yalan şahitlik, gıybet, laf getirip götürme, birinin kalbini kıracak bir söz ve başkasına âit bir sırrı ifşâ etme... gibi bir çok hususta kul hakkı gerçekleşmektedir.

Dinimizde ''hak'', mukaddes kavramlardan biridir. Bu noktada Allah'ın ve Kur'an'ın isimlerinden birinin Hak olması kayda değer bir husustur. Allah, kul hakkını affetmez. Ama dilerse kendi hakkını affedebilir. Bir ayette şöyle buyurulmaktadır: ''Muhakkak ki Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez. Şirkten başka günahları ise dilediği kimseler için affedebilir .'' (Nisa, 48, 116) Görüldüğü gibi kul hakkı (affedilme açısından) Allah hakkından önce gelmektedir. Çünkü Allah, hak sahibi razı olmadığı müddetçe veya hakkı ödenmedikçe kul hakkını affetmez. Bir kimse ne kadar çok sevaplı işler yapmış olursa olsun, kendisinde başkasının hakkı varsa, Allah, ibadetleri sebebiyle ondaki başkasına âit hakkı bağışlamamaktadır. Dolayısıyla insan, kul hakkıyla Allah'ın huzuruna çıkmamaya çalışmalıdır.

Allah, niçin kendisine âit bir hakkı affediyor da kula ait olan bir hakkı affetmiyor? Çünkü Allah âdildir, hiç kimseye zulmetmez. Eğer Allah, zulme uğrayan bir kulun hakkını zalimden almazsa ve zalimi kula zulmünden dolayı bağışlarsa, mazluma ikinci defa zulmedilmiş olur. Onu affetme yetkisini Allah mazluma vermiştir. Mazlum zalimi affetmedikçe, Allah affetmeyecektir. Bir hadisinde Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurur: ''(Kıyamet günü) bütün haklar sahibine iade edilir. Hatta boynuzlu koyun boynuzsuz koyundan hakkını alır.'' (Müslim, Birr, 15)

Kul hakkı hususunda önemli bir nokta, zulümdür. Bir çok ayette Allah, zalimleri sevmediğini bildirmiştir. Peygamberimiz de bir hadisinde; ''Zulümden sakınınız. Çünkü zulüm, kıyamet günü zulümat (karanlık, sıkıntı ve ızdırap)tır.'' (Buhari, Mezalim, 8; Tirmizi, Birr, 83) buyurur. Diğer bir hadiste ise; ''Kim bir Müslümana zarar verirse, Allah da ona zarar verir. Kim bir Müslümanı sıkıntı ve meşakkata sokarsa, Allah da ona sıkıntı, meşakkat ve ızdırap verir.'' (Buhari, Ahkam, 9; Tirmizi, Birr, 27)  buyurur. Bir diğer hadisinde ise Rasûlüllah (s.a.s.) bir kısım temel hak ve hukuku şöyle beyan buyurmaktadır. '' Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmedemez, ona yardımı terk edemez, onu küçük görüp hakaret edemez... Her Müslümanın diğerlerine canı, malı ve namusu haramdır.'' (Buhari, İkrah, 7; Müslim, Birr, 32) Bir başka hadiste ise Peygamber (s.a.s.)'in bazı sosyal münasebetleri Müslümanın Müslüman üzerinde hakkı olarak açıkladığını görmekteyiz: ''Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı beştir:

1-Selam verdiğinde selamını almak,

2-Hastalandığında ziyaret etmek,

3-Cenazesinde hazır bulunmak,

4-Davetine icabet etmek,

5-Aksırdığında ''yerhamükellah-Allah sana merhamet etsin'' demek.'' (Buhari, Cenaiz, 2; Müslim, Selam, 4, 5) Bu ifadeler, Rasûlüllah (s.a.s)'ın kul hakkı kavramını ne kadar geniş tuttuğunu göstermektedir.

Kul hakkıyla bir insanın ahirete gitmesi, onu ahirette zor durumda bırakacaktır. Bu sebeple hak sahipleriyle bu dünyada helalleşmek, en doğru olanıdır. Zira Peygamber (s.a.s.) kul hakkıyla ahirete giden bir insanın durumunu şöyle ifade eder: ''Kim bir başkasına zulmetmiş ise, başkasına âit bir hak üzerine geçmiş ise, bu hak dolayısıyla hak sahibiyle para ve pulun geçmediği kıyamet günü gelmeden, bu dünyada helâlleşsin. Bunu ahirete bırakmasın. Eğer ahirete kalmışsa, şayet zulmedenin salih ameli varsa, yapmış olduğu haksızlık kadar sevabı hak sahibine verilir. Eğer haksızlık yapanın sevabı yoksa, haksızlık yaptığı kişinin günahından bir kısmı ona yüklenir.'' (Buhari, Mezalim, 10)

Bir başka hadisinde ise Sevgili Peygamberimiz, dünyada hak sahiplerinin hukukuna riayet etmeyerek zulüm ve haksızlık yapıp, onların hakkını iade etmeden ahirete giden kişiyi iflas etmiş kişi olarak niteler: ''Rasûlüllah (s.a.s.) bir gün ashabına; ''müflis kimdir biliyor musunuz?'' dedi. Ashab: ''Bize göre müflis, parası ve malı olmayandır'' dediler . Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: ''Ümmetimden müflis şu kişidir: Namazı, orucu, zekatı yerine getirdiği halde birisine kötülük etmiş, diğerine iftirada bulunmuş, ötekinin haksız yere malını yemiş, bir başkasının kanını akıtmış ve birisini dövmüş olduğundan hesaba çekilir. Sevaplarından bir kısmı şu hak sahibine, bir kısmı bu hak sahibine dağıtılır. Eğer borcunu ödemeden önce sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları ona yüklenir. Sonra da cehenneme atılır. (İşte gerçek iflas etmiş kişi budur.)'' (Müslim, Birr, 15) 

Eğer hak sahibi hakkını koruyamayacak durumda olan biri olursa durum daha da farklı olmaktadır. Yetim malı yiyenler hakkında Allah (c.c.) şöyle buyurur: ''Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler, şüphesiz karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar. Zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir.'' (Nisa, 10)

İslâm’a göre farz olan ibadetleri yerine getiren ve başkasına zarar vermeyen kimse, farz ibadetleri ifa ettiği gibi bir çok nafile ibadet de yapan fakat başkalarına zarar ve sıkıntı veren, dolayısıyla kul hakkını ihlal eden kimseden daha üstündür. Bu durumda olan iki kişi hakkında sorulan bir soruya Hz. Peygamber bakınız nasıl cevap veriyor: Ebu Hüreyre (r.a.) naklediyor: Dediler ki: ''Ya Rasûlellah! Filan kadın gündüzleri oruç tutar, geceleri namaz kılar. Ancak, lisaniyle komşularına eziyet eder. Rasülüllah (s.a.s.) buyurdu ki; o kadın cehennemdedir. Dediler ki; Ya Rasûlüllah! Filan kadın ise sadece farz namazları kılar, farz olan orucu tutar, yok denecek kadar az sadaka verir (dondurulmuş sütten yapılan yiyecekten bir parçadan başka sadaka vermez) fakat komşularına eziyet etmez, kimseye zararı olmaz. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: O kadın cennetliktir.'' (Beyhaki, Şuabü’l-İman, 7/79, No: 9546)

Kadın her ne kadar kendisini cennete götürecek sevaplı işler yapmaktaysa da, üzerinde kul hakkı bulunduğundan dolayı kılmış olduğu namazın, tuttuğu orucun sevapları kıyamet günü eziyet ettiği kişilere hak karşılığı verileceğinden, ortada sevabı kalmayacak ve Rasûlüllah (s.a.s.)’in ifadesiyle cehenneme gidecektir. İkinci kadın ise; farzları yerine getirmiş. Ahirette kimseye de borcu olmayacağından cennete gidecektir. 

İslâm’daki kul hakkı düşüncesi, bizim dünya hayatımızı mutluluğa çevirecek bir prensiptir. Her şeyden önce bu, dünya hayatımızı ahirette hesap verme düşüncesi üzerine oturtmaktadır. Kul hakkı kavramının genişliği ise bütün hareketlerimizi içine almaktadır. Dinimizde özel hayatın korunmasını sağlayan tecessüs, koğuculuk, gıybet, kötü zan, sır saklamama... gibi bir çok yasak, kul hakkıyla ilgilidir. İşçi-işveren münasebetlerinde, alış-verişte, komşulukta... ve daha pek çok yerde karşımıza hep kul hakkı çıkmaktadır. Kul hakkı kavramının gereği gibi yerleştiği bir toplumda, haksızlık ve huzursuzluktan eser kalmaz.

Peygamber Efendimizin, insanlar arasında hak kavramının yerleşmesi için çok farklı şekillerde ve durumlarda ashabını uyardığını görüyoruz. Aralarında hüküm vermesini isteyen iki hasım Peygamber (s.a.s.)'e gelirler. Peygamberimiz onlara şöyle buyurur: ''Muhakkak ki ben de bir beşerim. Bana hasım olarak geliyorlar. Belki de biriniz diğerine göre derdini daha güzel anlatabilir. Ben de onun doğru söylediğini zannederim. Haksız olduğu halde onun lehine hüküm veririm. Her kime bir başka Müslümana âit bir hakkı vermişsem, başkasına âit bu hak, ateşten bir parçadır. Onu ister alsın, ister bıraksın.'' (Muvatta', Akdiye, 1, 2)

Yine bir gün Peygamber (s.a.s.) çarşıda dolaşırken, bir kimsenin sattığı yiyecek kümesinin içine elini daldırdı. Eline ıslaklık geldi. Halbuki yiyeceğin üstü kuruydu. Peygamber (s.a.s.) satıcıya bu durum nedir diye sorunca adam: ''Ya Rasûlüllah! Yağmur yağdı ve sattığım mallar ıslandı'' dedi. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s.): ''Alacak olan insanların malı olduğu gibi görmeleri için karıştırman gerekmez miydi?'' dedi ve şunu ekledi: ''Bizi aldatan bizden değildir.'' (Müslim, İman, 164; Tirmizi, Buyû, 72)

Hak ve hukuk düşüncesinin bu derece üstün tutulduğu bir toplumda hırsızlık, haksızlık, sahtekarlık, dolandırıcılık, aldatma, yalan, insanlara zarar verme... gibi toplumun huzurunu bozan, mahkeme salonlarını dolduran, insanlar arasına kin ve düşmanlık tohumları eken olayların olması mümkün değildir.

Kul hakkına tecavüz sayılan davranışlardan bir kısmı da gıybet, tecessüs ve su-i zandır. Bu davranışlar hakkında Allah şöyle buyurur: ''Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Bundan tiksinirsiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, Rahimdir.'' (Hucurat, 12)

Âyetten anlaşıldığı üzere başkasının arkasından bile konuşma, hak ihlali olarak değerlendirilmekte ve mü'minler bundan sakındırılmaktadır. Peygamber Efendimiz de, bir mü'minin diğerlerini ağız kokusuyla bile rahatsız etmesine müsaade etmemekte, hatta soğan-sarımsak gibi başkalarını rahatsız edici bir yiyecek yenilmişse, halkın toplu olarak bulunduğu camilere bu hâl üzere gelmemesini emretmektedir. ''Sarımsak veya soğan yiyen bizden -veya mescidimizden- uzak dursun.'' (Buhari, Ezan, 160; Et'ıme, 49)

Görüldüğü gibi, Allah kendi hakkını bağışlasa bile, hak sahibi bağışlamadıkça kul hakkını affetmemektedir. Bunun için üzerimizde hakkı olan insanlarla mutlaka bu dünyada helâleşmenin yollarını aramalıyız. Kul hakkı, sadece maddî haksızlıklara bağlı değildir. Sözle, davranışlarımızla, hatta ağzımızdaki soğan-sarımsak kokusuyla ve insanların arkasından gıybet etmekle bile kul hakkı ihlal edilmiş olmaktadır.