Gerçek Dinin Esasları ve Başlıca Dinler
1- Gerçek din, Yüce Allah'ın bir kanunudur ve birtakım sağlam hükümlerin kutsal bir mecmuasıdır.
Allah bunu, peygamberleri aracılığı ile insanlara ikram ve ihsan, buyurmuştur. Bu kanun, insanları
hayırlı olan şeye götürür. İnsanlar, bu Allah kanununun buyruklarına kendi güzel irade ve arzuları
ile uydukça, doğru yol üzerinde bulunur ve hidayete ermiş olurlar. Hem dünyada, hem de ahirette mutluluğa ve
selamete kavuşurlar. 2- Dinler başlıca üç kısma ayrılır.
Birincisi: Hak dinlerdir. Bunlar yukardaki tarife uygun olanlardır. Yüce Allah tarafından konulup peygamberler aracılığı
ile insanlara bildirilen dinlerdir. Bunlara "İlahî ve Semavî" dinler de denir. Semavî dinlerin
hepsi esas bakımından birdirler. Yalnız bazı ibadetler ve hukuk kuralları bakımından aralarında
ayrılık olmuştur. Hazret-i Adem'den Hazret-i İsa'ya kadar gelen bütün mübarek peygamberlerin
insanlara bildirmiş oldukları dinler, iman esaslarında bir olup yalnız bir Allah'a iman etmeye dayalı
iken, bunlar sonradan bozulmuş ve asılları kaybolmuştur. Yüce Allah en son ve en büyük Peygamberi olan
Hazret-i Muhammed'i Sallallahu aleyhi ve Sellem'i bütün insanlara Peygamber olarak göndermiştir. Onun aracılığı
ile de hak dinlerin en sonu ve en mükemmeli, olan İslam dinini kullarına Allahü Teala ihsan etmiştir. İşte
bugün yeryüzünde hak din olarak kıyamete kadar yaşayacak olan yalnız bu İslam dinidir.
İkincisi: Asılları değişmiş ve bozulmuş olan dinlerdir. Bunlar, yukarıda söylendiği
gibi asılları bakımından birer gerçek din iken sonradan bozulmuş, İlahî niteliklerini kaybetmiş
olan dinlerdir. Üçüncüsü: Batıl dinlerdir. Bunlar asılları bakımından da gerçek
din ile ilgisi bulunmayan dinlerdir. Bunlar birtakım milletler tarafından ortaya konmuş olan uydurma inançlardır.
Bunlarda akla ve mantığa uygun olan bazı hükümler bulunsa bile konuluşları itibariyle İlahî
olmak şerefinden yoksun olup hiç bir bakımdan din kutsallığını taşımazlar. Ateşe,
yıldızlara ve putlara tapan milletlerin dini bu türdendir.
Gerçek Bir Dinin Vasıfları ve Yararları
3- Gerçek bir dinin belirgin vasıfları, kendini diğer dinlerden seçkin kılan özel nitelikleri pek çoktur.
Özetle diyebiliriz ki, gerçek din insanlara yalnız bir Allah'ın varlığını bildirir, yalnız
bir Allah'a ibadet edilmesini emreder, bütün kainatın Allah'dan başka yaratıcısı bulunmadığını
haber verir. Bütün peygamberlere ve bütün semavî kitablara ayırım yapmaksızın inanılmasını
ister. Sonsuz olan bir ahiret hayatının varlığını anlatır. İnsanları bir düzen
içinde birleştirir ve aralarında bir kardeşlik meydana getirir. İnsanların yaratılışında
eşitlik bulunduğunu gösterir. Allah katında üstünlüğün takva ve güzel ahlakla olduğunu öğütler.
Her yönü ile akla ve hikmete uygun bulunur, insanların kurtuluşuna ve mutluluğuna vesile olur.
İşte bütün bu niteliklere sahib olan din, bugün yeryüzünde var olan ve kıyamete kadar devam edecek olan yalnız
İslam dinidir. 4- Hak dinin yararlarına gelince:Bu yararlar çoktur ve pek önemlidir. Böyle
bir din sayesinde insanların kazanacakları yararları ve mutlu halleri anlatmaya hiç bir kalem yeterli değildir.
Şu kadarını bildirelim ki, insan hak bir din sayesinde ne için yaratıldığını öğrenir,
kendisini yaratıp büyüten, sayısız nimetlere eriştiren mukaddes kutsal mabudunu tanır. Allah'ın
seçkin kulları olan Peygamberlerin varlığına inanır ve onların güzel huyları ile hayatını
aydınlatmaya çalışır. Böylece insanlığa yaraşır bir yaşayışla yaşar
ve ölünce de sonsuz bir mutluluğa kavuşur. Şunu da arz edelim ki, gerçek bir din, insana
güç verir, onu hayata hazırlar, onu en düşünceli ve en üzüntülü günlerinde teselli eder. Böylece insanın gelecekteki
hayatını korumuş olur. Düşününce şu gerçeği anlarız: İnsan bu
dünya hayatında yaratıklardan bir yaratıktır. İnsan bu alemdeki yaratıkların yanında
bir zerre mikdarıdır. Birçok ihtiyaçlar içinde çırpınmaktadır. Mevcut alemin bir takım kuvvetleri
karşısında pek aciz bir durumdadır. Sonra da, daha açılmadan solan çiçekler gibi bütün varlığını
kaybederek ölüp gitmektedir. O halde insanlık bu ölümlü hayattan ibaret olsa, insanlar kadar durumlarına acınacak
bir yaratık olamazdı. O halde bu maddî ve ölümlü hayat bakımından insanın yaşantısı
tam bir huzur ve bahtiyarlık içinde olamaz. Fakat diğer bir yönden insan çok bahtiyar ve pek mutludur. Çünkü gerçek
dine sarıldıkça, insan kalben huzur içinde olur. Sonsuz bir mutluluğa erişme hazırlığındadır.
Bu geçici hayatın sona ermesi, kendisini hiç bir tasaya düşürmez. Böyle bir insan, ebedî bir varlığın
kendisini rahmeti ile koruyacağından emindir. Hiç bir zaman kaybolmayacak olan bir hayata kavuşmakla mutlu
olacağına inanmıştır. İşte bütün bunlar, gerçek bir dinin insanlık
alemine kazandıracağı yararların bir kısmıdır. İnsan, ancak
böyle bir din sayesinde hayatını kanaat üzere düzenler, büyük yaratıcısına seve seve ibadette bulunur,
hakları gözetir, ebedî olan cennet mükafatına kavuşma isteği ile dindaşlarına ve bütün insanların
hidayete ermelerine hizmet etmek ister. Böylece cemiyetin çok kıymetli bir organı olur. Sonuç:
İnsanlığa bu yüksek ruhu veren, bu güzel yaşayış şeklini öğreten, gerçek dinden başkası
olamaz.
İslam Dininin Genelliği ve Mutlu Sonuçları
5- İslam dini, hak dinlerin en sonu ve en olgunudur. Bu kutsal din, yalnız bir millete ve bir zamana özgü değildir.
Bütün insanlara kıyamete kadar gerekli olan Allah'ın tabii dinidir. İnsanların yaratılışlarına
ve yaşayışlarına tamamiyle uygundur. Bu yüce din, bir kurtuluş ve selamete eriş yoludur, bu
mutluluk kaynağıdır. Allahû Teala'nın razı olduğu dindir. Cenab-ı Hak buyurmuştur:
"Allah katında din İslam'dır." (Al-i İmran: 19) 6- İslamiyetin ortaya çıkışından önce, bütün yeryüzü din bakımından
cehalet karanlığı içinde kalmıştır. Hak dinler, sönmüş, İlahî ilim ve irfan güneşi
batmış, ufukları karanlıklar kaplamıştı. İnsanlar yalnız kendi hırsları
uğrunda çalışıyor, çırpınıyor ve çarpışıyordu. Birbirlerini esir ediyorlardı.
Arab yarımadasının halkı ise, büsbütün cehalet içinde kalmıştı. İnsanlar kendi elleriyle
yaptıkları putlara tapıyorlardı. Bu davranışları onları utandırmıyordu.
Kız çocuklarını canlı olarak toprağa gömüyorlardı. Bundan da hiç bir üzüntü duymuyorlardı.
Bayağılık içinde başka milletlerin hakimiyeti altında yaşıyorlardı ve bundan da bir
tasaları yoktu. Netice olarak güzel inançtan, iyi ahlakdan, yararlı işlerden ve yüce duygulardan hiçbir eser
kalmamıştı. Fakat İslam güneşi doğmaya başlayınca, yeryüzünün
birçok yerleri hemen aydınlanmaya başladı. İnsanlık alemi hakdan, adaletten, eşitlikten ve kardeşlikten
haberdar oldu. Putlara tapan, insanların ayaklarına kapanan başlar, yalnız noksanlıklardan beri olan
bir Allah'a secde etmeye başladı. Ruhlar yükseldi, diller Yüce Allah'ı anmakla bezendi. Gözler, büyük yaratıcımızın
güzel eserlerini seyretmekten meydana gelen uyanıklık nurları içinde kaldı. Sonuç
olarak; İslam dini sayesinde gerçek bir medeniyet, sağduyulu insaniyet, yararlı bir ilerleme ve çok mutlu bir
devrim oldu. İnsanlık alemi bu mukaddes dine sarıldıkça şüphesiz daima yükselecektir.
İman ile İslamın Şartları 10-
İslam dininde Yüce Allah'a, meleklere, Allah'ın kitablarına, peygamberlere, ahiret gününe, kaza ve kadere iman
etmek esastır. Bunları bilip kabullenmek imanın temel şartıdır. Onun için imanın şartları
altıdır, denilir. Bu şartlar müslümanlıkta kesinlikle mevcut esaslardır. Bunlara, inanılması
zorunlu din ilkeleri denir. Bunlara inanmak mecburiyeti vardır. Bunları doğrulamadıkça iman gerçekleşemez.
Bunlardan herhangi birini inkar etmek -Allah korusun- insanı hemen dinden çıkarır. Biz
bu imanımızı; "Amentü billahi..." sözlerini okumakla daima açıklıyor ve isbat ediyoruz.
Bu sözleri okuyan şöyle demiş oluyor: "Ben Yüce Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun kitablarına,
O'nun peygamberlerine, ahiret gününe, kaderin (iyi ve kötü her şeyin yaratılışı) Allah'dan olduğuna
inandım. Öldükten sonra dirilip mahşerde (hesab yerinde) toplanmak hakdır ve gerçektir. Şahidlik ederim
ki, Allah'dan başka ilah yoktur ve yine şahidlik ederim ki, Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) O'nun
kulu ve peygamberidir." 11- İslamın şartları ise, beştir. Peygamber Efendimiz'in
bir hadislerinin manası şudur: "İslam dini beş şey üzerine kurulmuştur: Şahadet sözünü
getirmek (Eşhedü en lâ İlahe İllallah ve Eşhedü enne Muhammeden Resûlüllah, demek), namaz kılmak,
zekat vermek, ramazan ayı oruç tutmak ve hac etmek." İşte bu beş şey İslam'ın
şartıdır. Bu şartları gözetip onları yerine getiren insan, İslam şerefine ermiş,
Müslüman rütbesini kazanmış olur. "Eşhedü en lâ İlâhe İllallah ve Eşhedü
enne Muhammeden Abdühu ve Resûlühu = Allah'dan başka ilah olmadığına şahidlik ederim. Yine
Muhammed'in (a.s.) Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şahidlik ederim." sözlerine "Kelime-i Şehadet" denir.
"La İlâhe İllallah, Muhammed'ün Resûlüllah" sözüne de "Kelime-i Tevhid" denir. Biz bu mübarek kelimeleri
daima okuruz.
Yüce Allah'a ve O'nun Sıfatlarına İman
12- Yukarda yazılı olduğu üzere imanın temelini teşkil eden altı şart vardır. Bunlardan
birincisi Yüce Allah'a iman etmektir. Şöyle ki: "Allah Tealâ (Yüce Allah) diye ismini andığımız şanı
büyük olan Yaratıcı vardır. Eşi ve benzeri olmayan o varlık bütün kemal sıfatları ile vasıflanmıştır.
Bütün noksanlıklardan beri (münezzeh) dir. Bütün âlemleri yoktan var eden O'dur. O'nun kudret ve büyüklüğüne denk
hiçbir şey yoktur. Bizleri ve bizim gördüklerimizle görmediğimiz sayısız âlemleri yaratan, yetiştirip
besleyen ancak O'dur. Yüce Allah'ın "Rahman, Rahim, Halık, Rezzak, Hakîm, Rabb, Mübdî, Azîz,
Gaffar, Tevvab, Hak" gibi daha birçok mübarek isimleri ve büyük sıfatları vardır. Özellikle Vücud (Varlık)
sıfatı vardır. Bundan başka mübarek sıfatları iki kısma ayrılır. Bir kısmı
Selbi Sıfatlar'dır ki, Kıdem, Beka, Havadise Muhalefet (hiç bir yaratığa benzer olmamak),
Kıyam Bizatihi (varlığı kendiliğinden oluş), Vahdaniyet (ortağı olmamak)
sıfatlarından ibaret olmak üzere beştir. Diğer kısmı da Sübut Sıfatları
dır ki, bunlar Hayat, İlim, İrade, Kudret, Semi, Basar, Kelâm, Tekvîn sıfatları olmak
üzere sekizdir. Bu sıfatların hepsine birden "Kemal Sıfatları" denir. İşte
biz, böyle kemal sıfatları ile vasıflı bulunan şanı yüce bir Allah'a ve O'nun bu büyük sıfatlarına
iman ederiz. Bu büyük sıfatlarla ilgili biraz bilgi vereceğiz. 13- Vücud: Allah
Tealâ'nın varlığı demektir. Allah Teala'nın varlığı hakdır ve en büyük varlık
O'na mahsustur. O'nun varlığı, yarattığı şeyler bakımından yaratıkların
hepsinden daha açık ve zahirdir. Çünkü Yüce Allah olmasaydı, hiç bir şey olmazdı. Gerek bizim varlığımız
ve gerekse herhangi bir şeyin varlığı Yüce Allah'ın varlığına birer şahiddir.
Biliyoruz ki, bu alemde hiçbir şey kendiliğinden var olacak bir durumda değildir. Bunlardan hiç biri ne kendi
kendine var olabilir, ne de kendi kendine yok olabilir. Başka bir deyişle, hiç bir şey kendi kendine yokluktan
varlığa gelemez. Varlıkdan da yokluğa gidemez. Hiçbir yaratık da ne bir zerreyi var edebilir, ne
de onu yok edebilir. İçinde yaşadığımız bu dünya ile beraber sonsuz alemler meydana gelmiş,
birbiri ardınca vücuda gelip devam etmektedir. Nice şeyler de varken yok olmuştur. İşte
bütün bunları yokluktan var eden ve sonra yok eden, kuvvet ve hikmet sahibi Yüce bir yaratıcının varlığından
asla şübhe edilemez. 14- Yüce Allah'ın varlığını isbat için Kelam (Akaid)
ilminde felsefe kitablarında pek çok delil yazılıdır. Bunlardan bir kısmını "Muvazzah İlm-i
Kelam Dersleri" adındaki eserimizde açıklamış bulunuyoruz. Şimdi burada: "Şübhe
yok ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişmesinde akıl sahibleri
için (Allah'ın varlığını, kudret ve azametini gösteren) büyük işaretler vardır." (Ali İmran: 190) ayetini okuyup yüksek anlamını düşünmek
yeterlidir. Bu ayet-i kerîme güzelce düşünülürse, Yüce Allah'ın varlığına,
kuvvet ve kudretinin büyüklüğüne dair sayısız deliller önümüze çıkar. Bizim bu eserimiz onları açıklamaya
yeterli değildir. Ancak astronomi, kozmoğrafya, biyoloji, kimya, ruhiyat (psikoloji) ve anatomi gibi ilimlerin verdiği
bilgileri göz önüne getirenler, bu ayet-i kerîmenin işaret ettiği delillere pek güzel akıl erdirebilirler.
Her sağduyu sahibi insan düşündükçe, Yüce Allah'ın varlığını kabule mecbur olur.
İşte yukarda Türkçe anlamını verdiğimiz ayet-i kerîme, bu gerçekleri haber veriyor ve bizi uyarıyor.
Bundan sonra gelen: "Akıl ve anlayış sahibleri o kimselerdir ki, ayakta iken, otururken,
yanları üzere yatarken (her hallerinde) Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı
üzerinde düşünürler (ve derler): Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. (Boşuna bir
şey yaratmaktan) sen münezzehsin. Bizi ateş azabından koru." anlamındaki ayet-i kerime, gerçek
anlayış ve akıl sahibi kimler olduğunu bize bildiriyor. Bütün bu ayetler, İslam
dininde aklın ve düşüncenin ne kadar büyük önem taşıdığını da bize göstermiş
oluyor. Bir hadisi şerifde de: "Düşünce gibi bir ibadet yoktur." buyurulmuştur.
Gerçekten İslam dininde aklın ve düşüncenin büyük yeri vardır. İslam dini tamamen akla ve hikmete
uygundur. Muhakeme ve eleştirme, onun hak ölçülerini değiştiremez. İslamiyet düşünen insanların
dinidir. İşte akıllı insanlar o kimselerdir ki, gökleri, arzı, gece ve gündüzleri,
göklerde parıldayan ve her biri güneşten binlerce defa daha büyük yıldızların ihtişamını
düşünürler, yeryüzündeki sayısız canlı ve cansız yaratıkları göz önüne alırlar. Hoş
gündüzlerin, sakin gecelerin ne kadar sağlam bir düzen ve ölçü içinde yaratılış kanununa uyarak birbirini
kovalayıp durduklarını düşünürler. İbret bakışları ile yapılan böyle düşünceler
sonunda, bu aleme bu düzen ve ölçüyü vermiş olan Yüce Allah'ın kudret ve azametini insanlar isteyerek ve teslimiyetle
kabule mecbur olurlar. Hatta böyle büyük varlıkları değil, bir zerreden küçük olduğu
halde büyük bir duygu ile hayat ve görevini sürdürmeye çalışan bir mikrobu, yine bir zerreden küçük olduğu
halde başlıbaşına bir kuvvet hazinesi olan bir atomcuğu düşünmek bile, gerçek akıl sahibi
bir insan için Allah'ın yüce kudret ve hikmetini tasdik etmeye yeterlidir. Büyük bir nizam ve intizam
içinde yaratılan bütün bu güzel ve acaib varlıklar rasgele mi olmuştur? Bunlar bilgi ve hikmetten yoksun olan
yahut hayal edilen bir tabiatın eseri midir? Asla böyle yanlış bir hükme hiçbir akıl sahibi varamaz.
15- Yine tekrar ederek diyoruz ki, Yüce Allah'ın varlığını ve büyüklüğünü anlamak ve kabul etmek
için, bundan önceki maddede anlamını yazdığımız ayet-i kerîmeyi güzelce düşünmek yeterlidir.
Bunun içindir ki, Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur: "Yazıklar olsun o kimseye ki, bu ayeti okumuş
da üzerinde düşünmemiştir." 16- Kadim: Ezeliyyet, evveli olmamaktır.
Evveli olmayana Kadim denir. Sonradan meydana gelene de Hâdis denir. Allahü Teala Kıdem sıfatı ile vasıflanmıştır.
Çünkü Allah ezelîdir, kadîmdir, varlığının başlangıcı yoktur. O'ndan önce yokluk geçmemiştir.
O'nun varlığı yanında milyonlarca seneler bir saniye bile sayılmaz. Yine gördüğümüz alemler,
milyarlarca seneden beri mevcut bulunsa, yine Yüce Allah'ın ezeliliği yanında bir saniyelik bir hayata sahib
sayılmaz. Allah Kadîmdir, sonradan var olan şey Allah olamaz. Yüce Allah'dan başka ne
varsa bunların hepsi hâdistir (sonradan olmuşlardır.) Bunlar Allah'ın kudreti ile yaratılmışlardır.
Artık şübhe yoktur ki, yaratılanlar yaratana mahsus Kadîm sıfatını taşıyamazlar. Onun
ezelî varlığı ile beraber hiçbir şey yoktur, alemler sonradan yaratılmıştır.
17- Beka: Ebediyet, sonu bulunmamak sıfatıdır. Sonu olana "Fânî", sonu olmayana da "Bâki" denir.
Yüce Allah Beka sıfatı ile vasıflanmıştır; çünkü ebedidir, bakîdir, varlığının
sonu yoktur. O'nun yok olacağı bir zaman düşünülemez. Sonradan meydana gelen bütün varlıklar, Allah'ın
kudreti ile meydana gelmişlerdir. Yine Allah'ın kudreti ile yok olurlar, yine var olurlar ve binlerce değişikliklere
uğrayabilirler. Fakat Yüce Allah Bakî'dir, değişiklikten ve yok olmaktan beridir. Çünkü O, başkasının
kudret eseri değildir ki, onun kudreti ile yokluğa gitsin veya değişikliğe uğrasın. Aksine
bütün varlıklar O'nun kudretinin birer eseridir. Onun için Yüce Allah'ın şanında yokluk ve değişiklik
nasıl düşünülebilir. Her şey yok olmaya mahkumdur; ancak azamet ve ikram sahibi Allah'ın varlığı
kalıcı ve süreklidir. 18- Havadise Muhalefet: Sonradan var olmuş şeylerden
ayrı olmak sıfatıdır. Yüce Allah havadise (sonradan var olan şeylere) aykırı ve muhalif
bulunmak sıfatı ile vasıflanmıştır. Çünkü Allahü Teala yaratılmış şeylerden
hiçbirine hiçbir yönden benzemez, hepsine muhaliftir. Hatırlara gelen her şeyden Allahü Teala mutlak surette başkadır.
Mükevvenat ve mümkünat (yaratılan ve yaratılabilen) dediğimiz şeyler değişirler, başkalaşırlar,
birbirine benzeyebilirler ve sonunda yok olurlar. Bütün bu ölümlü varlıklar, her hal ve şekilleri ile asla Allah'a
benzemezler. Hiç birinde İlah ve Mabud olma sıfatlarından en küçük biri bile bulunmaz. Hiç yaratılan,
yokluğa mahkum olan aciz şeyler, yok olmaktan beri bulunan yaratıcı Yüce Allah'a benzeyebilir mi? Hiç
sonradan meydana gelmiş bir nesne Kadîm olan hikmet sahibi Allah'a ortak olabilir mi? Böyle sapık bir düşünceye
kapılanlar, kendi ölümlü varlıklarını İlah olmaya yükselterek Allah'ın yüce varlığını
da, kendi değersiz varlıkları derecesine düşürmeye varacak kadar küstahlıkta bulunuyorlar.
İnsanların ve diğer yaratıkların birçok ihtiyaçları vardır. Bunlar mekana, zamana, yeyip
içmeye, gezip dolaşmaya, doğmaya, doğurmaya ve benzeri hallere muhtaçtırlar. Allah ise, bütün bunlardan
beridir. O'nun Arş ve Kürsî'si, yedi kat sema denilen daha nice alemleri vardır. Fakat o, bunlardan hiç birine muhtaç
değildir. Bunlar yok iken O, yine vardı. Başkasına muhtaç olan ve yaratıkların
ölümlü vasıfları ile vasıflanan bir insan İlah olamaz. Yüce dinimiz bu gibi yanlış düşüncelerden
ve inançlardan kesin surette bizleri yasaklamıştır. (Allah'ın benzeri hiç bir şey yoktur; O, her
söyleneni işitendir, her yapılanı görendir.) 19- Kıyam Bizatihi: Varlığı
ve durması kendi zatıyla olmak manasında bir sıfattır. Bu sıfat da Yüce Allah'a mahsustur. Öyle
ki, Hak Teala'nin ezelî ve ebedî olan varlığı kendi zatıyla kaimdir. Kendi varlığı mukaddes
zatının gereğidir, asla başkasından değildir. Bunun için Allahü Teala'ya Vacibü'l-Vücud
(varlığı kendinden dolayı gerekli) denilir. O'nun varlığı, başka bir var edene
muhtaç olmaktan beridir. Allah'ı var eden bir varlık olsaydı, o zaman var eden o varlık Allah olurdu.
Onun için "Allah'ı kim yarattı?" diye sorulmaz; çünkü O, kendiliğinden vardır, kadîmdir. Başkasının
var etmesine muhtaç değildir. Eğer böyle olmasaydı, ne kainat bulunurdu, ne de başka bir şey... Bu
gerçek kabul edilmeyince, içinde yaşadığımız alemin varlığını izah etmeye imkan
kalmaz. Allah'dan başka var olan (mümkünat dediğimiz) şeyler ise, hem var olmaya, hem de yok olmaya bağlı
oldukları için, bir var ediciye muhtaçtırlar. Sonuç olarak denilir ki, Yüce Allah'ı var
eden bir varlık düşünülemez ve O'ndan başka bir yaratıcı varlık da olamaz. "Allah'dan
başka bir yaratıcı olur mu?" 20- Vahdaniyet: Birlik, yalnız başına
olmak, benzeri olmamak; çoğalmaktan, parçalara ayrılmaktan ve eksilmekten beri bulunmak gibi manaları ifade
eden bir sıfattır. Bu sıfatları taşıyana "Vahid" denir ki, gerçekte var olan, parçalara bölünmekten
ve cüzlerin bir araya gelerek toplanmasından beri bulunan zat demektir. Bu sıfat da Yüce Allah'a mahsustur. Onun
için denir ki, Yüce Allah zatında, ulûhiyetinde, mabudiyetinde ve diğer bütün sıfatlannda birdir. Ortaktan,
eşi ve benzeri bulunmaktan beridir. Kendisinde artmak, eksilmek, cüzlere ayrılmak, başka şeylerle birleşmek
gibi haller asla bulunmaz. Allahü Teala her yönü ile birdir. Nasıl düşünülürse düşünülsün,
sağduyulu bir insan, anlayış ve hikmet sahibi bir kimse Allah'tan başka bir İlah bulunduğuna
inanamaz. Başkasının İlah ve Mabud olma imkanına yer veremez. İki ve daha çok ilahın bulunamayacağı
kesin delillerle sabit bulunmaktadır. Şu gördüğümüz kainatın varlığı, onun devamı
ve intizamı hep Allahü Teala'nın birliğine şahiddir. Yüce Allah ulûhiyetinde, zatında
ve mabudiyyetinde bir olduğu gibi, yaratıcı olmasında da birdir. Yaratılmaya ve yok edilmeye mahkum
olan ve böylece mümkün adını alan her şeyi yaratan ve yok eden ancak Allah'dır. O'ndan başka yaratıcı
yoktur. İşte mümkünatı yaratıp yaşatmaya ve yok etmeye gücü yetmeyen bir zat ise Allah olamaz. Bunun
için ikinci bir İlah'ın varlığına asla imkan yoktur. Çünkü iki İlah düşünüldüğü takdirde,
bunlardan biri kendi başına mümkünatı yaratmaya kadir ise, diğeri fazladan olmuş olmaz mı? Fazladan
olan yahut aciz bulunan bir zat ise nasıl Allah olabilir? Bu bakımdan akıl sahibi hiç kimse, Allahü Teala'nın
zat ve sıfatlarında eşit ve benzeri bulunmadığından, bir olduğundan şüphe etmez. Birden
çok yaratıcıların ve mabudların varlığına inanan milletler ise, akla ve hikmete aykırı
bir inancın esiri olmuştur. Böylece gerçeği anlama bakımından büyük bir cehalet içinde kalmışlardır.
21- Hayat: Dirilik demektir. Allah kendi şanına mahsus bir hayat sıfatı ile vasıflanmıştır.
Allah'ın ilim, irade ve kudret sıfatları ile vasıflanmasının bir gereği olarak hayat sıfatı
da vardır. Hayatı olmayan bir şey, bilmekten, dilemekten ve yapabilmek gücünden yoksun olur. Bu ise, yaratıcı
için büyük bir noksandır. Bu sıfatlardan mahrum olan bir varlık, kendi kendine hiç bir
şey yaratamaz. Hele bilgi, düşünce, dileme ve güç sahibi olan varlıkları yaratmaya asla kabiliyetli bulunamaz.
Çünkü hiçbir eser, yaratıcısında bulunmayan bu gibi vasıfları taşıyamaz. Onun için doğa
adı verilip gerçekte ilim, irade ve kudretle nitelenmeyen ve varlığı nesnelere bağlı olarak
düşünülüp, onun dışında varlığı bulunmayan şuursuz bir varlık asla bir yaratıcı
sıfatını taşıyamaz. Özellikle böyle bir varlık, akıl, irade ve kudret sahibi milyarlarca
yaratığın mucidi hiçbir şekilde olamaz. Sonuç şudur ki, kainatın yaratıcısı
olan Allah, Hayat sıfatı ile vasıflanmıştır. Hayyü'l-Kayyûm'dur. (Hem kendisi diri hem de her
şeyi dirilten ve ayakta tutandır.) 22- İlim: Bilmek, idrak etmek sıfatıdır.
Allahü Teala ilim sıfatı ile vasıflanmıştır. O'nun ilmi, yaratıkların ilmi gibi basit
ve sınırlı değildir, bütün kainatı çevreler. Allah her şeyi bilir. Onun bilgisinden hiçbir zerre
hariçte kalmaz. Hiçbir varlık da düşünce ve hareketini Yüce Allah'dan saklayamaz. Zira her şeyi bilmeyen, her
hareket ve düşünceden haberi olmayan bir varlık Allah olamaz, bu kadar güzel ve acaib nesneleri meydana getiremez,
bu kadar yaratığı idare edemez. Allah'ın böyle her şeyi bildiğini güzelce
düşünüp doğrulayan bir insan, elbette daima uyanık bulunur, her söz ve hareketini bir edeb üzere düzenler.
Fena sözler söylemez, fena işler düşünmez, başkasına sarkıntılık etmez, hiç bir kimsenin
görüp bilmeyeceği bir yerde bile Allah'ın buyruklarına aykırı bir iş yapmaz. Çünkü her yaptığını
bilen Yüce Allah'ın varlığına imanı vardır. 23- İrade: Dileyebilmek,
ihtiyar edebilmek sıfatıdır. Yüce Allah irade sıfatı ile vasıflanmıştır. O'nun
iradesi ezelîdir. Allah yaratacağı şeyleri bu irade sıfatı ile hikmetine göre meydana getirmeyi diler
ve dilediği şey mutlaka olur. O dilemedikçe hiç bir şey vücuda gelmez. Hiç bir şey kendiliğinden
var olmaz ve kendiliğinden yok olmaz. Ancak Allah'ın dilemesiyle var olur ve yine O'nun dilemesiyle yok olur.
Allah bütün bu kainatı ezelî olan iradesi üzere yaratmıştır. Yaratılmış şeylerin milyonlarca
cins ve nevilere, ayrı ayrı vasıflara sahib olması, çeşitli özellikleri taşımış
olması, hele bir topraktan, bir sudan, bir havadan yararlanan sayısız ağaçların, ekinlerin, meyvelerin
çiçeklerin ve canlıların başka başka renklerde ve tadlarda meydana gelmesi ezelî bir iradenin neticesinden
başka değildir. İşte bütün bunlar, Allah'ın irade sıfatı ile vasıflı
bulunduğuna birer şahiddir. Yüce Allah hakkında mecburiyet düşünülemez; O, her şeyi kendi dilemesiyle
yaratır. Hiç bir şeyi yaratmaya veya yok etmeye mecbur değildir. Mecburiyet bir acizlik halidir ki, Allah'ın
şanına uygun olmaz. "Allah dilediğini hemen yapar." (Hûd: 107) 24- Kudret: Güç ve kuvvet manasında bir
sıfattır. Ezelî ve ebedî kemal üzere bir kudret Allahü Teala'ya mahsustur. Allahü Teala her mümkün varlık üzerinde
dilediğini yapmaya kadirdir. Onları yaratmaya ve yok etmeye güçlüdür. O'nun kudretine nihayet yoktur. Bu büyük kainat,
O'nun kudretine çok açık ve kuvvetli bir şahiddir. Yüce Allah dilerse bir anda binlerce alemi
yoktan var eder ve dilerse onları bir anda yok eder. Çünkü dilediğini bir anda yerine getiremeyen, istediğini
yapamayan bir varlık kainatın İlah'ı olamaz. Yüce Allah'ın bu büyük kudretini
iyi düşünen bir mü'min, O'nun büyüklüğü önünde eğilir, O'nun kudretinden titrer, O'nun kutsal emirlerini yerine
getirir ve yasaklarından sakınır. "Allah her şeye kadirdir."
25- Semi': İşitme kuvvetidir. Allah, Semi' (işitme) sıfatı ile vasıflanmıştır.
O'nun işitmesi, yaratıkların işitmesi gibi noksan ve hudutlu değildir. Yüce Allah her şeyi vasıtasız
olarak işitir, ancak vasıtalardan ve vasıtalar vasıtasiyle işiten de O'ndan başkası değildir.
O, gizli ve aşikar söylenenlerin hepsini işitir, hiçbir şey O'nun işitme sıfatının dışında
kalamaz. Kullarının dualarını ve zikirlerini, gizli-aşikar dilek ve yalvarışlarını
işitip kabul eder ve onları mükafatlandırır. Yüce Allah'ın böyle her şeyi işittiğine
iman eden uyanık bir insan, daima güzel konuşur, her zaman Allah'ı anar, O'nu yüceltir. Her sözünü ve işini
Allah'ın rızasına uygun yapar. 26- Basar: Görme kuvveti demektir. Yüce Allah kendi
şanına uygun bir halde Basar (görme) sıfatı ile vasıflanmıştır. Allah alet ve vasıta
olmaksızın her şeyi görür. Fakat alet ve vasıta ile görenlerin gördüklerini de görür. Her gözden gören
O'dur. Bazı şeyleri görmesi, diğer şeyleri görmesine engel olmaz ve O'nun görmesinden hiç bir şey
gizli kalmaz. En karanlık gecelerde, karıncaların ve daha küçük yaratıkların kımıldamalarını,
hareketlerini görür ve bilir. Şübhe yok ki, görememek ve bilememek büyük bir noksanlıktır. Böyle noksanlıklara
sahib olan kör kuvvetler, İlah ve yaratıcı olamazlar. Yüce Allah ise böyle bütün noksanlıklardan beridir
ve bütün kemal sıfatları ile vasıflanmıştır. Kalbi iman dolu bir insan,
Yüce Allah'ın kendisini görüp gözetmekte olduğunu bilir ve üzerinde düşünür. Böylece durumunu düzeltir, edebe
aykırı hiçbir harekette bulunmaz, melekler gibi temiz bir hayat içinde yaşamaya çalışır durur.
"Biliniz ki, Allah bütün yaptıklarınızı görür." (Bakara: 233) 27- Kelam: Bir manayı belirten, bir maksadı anlatan söz demektir.
Yüce Allah Kelam sıfatı ile de vasıflanmıştır. O'nun kelamı (sözü) harf ve sesden beri
ve kadîmdir (başlangıcı yoktur.) Yüce Allah, kendi kadîm kelamını, dilediği
zaman şanına uygun bir şekilde meleklerine işittirir, bildirir ve anlatır.
Allahü Teala'nın peygamberlerine dilediği şeyleri vahy ve ilham etmiş olması da bu kelam sıfatının
bir tecellisidir. Semavî kitablar hep bu Kelam sıfatı ile meydana gelmiştir. "Kelâm-ı Kadîm" dediğimiz
Kur'an-ı Kerîm de bu sıfatlarla Peygamberimize inmiş ve asırlardan beri hidayet rehberliği yapmıştır.
28- Tekvîn: Var etmek, yaratmak manasınadır. Bu da Allah'ın bir sıfatıdır. Yüce Allah
bu tekvin sıfatı ile dilediği herhangi bir şeyi yoktan var eder veya var iken yok eder.
Yüce Allah'ın bu alemleri yaratıp yok etmesi, kullarını yaratıp yaşatması, onları
beslemesi sonra da öldürüp başka bir aleme onları götürmesi, hep bu tekvîn sıfatının tecellisi ile
olur. "Allah bir şeyin olmasını dilediği zaman, ona "ol" der, o da oluverir."
(Yasin: 82) 29- Yüce Allah'ımızın
kutsal sıfatlarına ait verdiğimiz bilgiye bir özet yaparak deriz ki: Yüce Allah'ın varlığı
ve birliği büyüklüğü ve kudreti, ezelî ve ebedî oluşu ve diğer yüce sıfatları apaçıktır.
Bunları inkar etmeye, düşünüp de doğrulamamaya imkan yoktur. Bir düşünelim: Bu kainatta
hiç bir şeyin kendiliğinden var ve yok olamayacağını kendiliğinden kımıldanamayacağını
ilim ve fen haber vermiyor mu? Biz ise, milyonlarca alemin, milyonlarca parlak yıldızların varlığını,
bunların hareket ve sükun hallerini görüp biliyoruz. Artık bunları var eden ezelî ve ebedî eşsiz bir Allah'ın
varlığından nasıl şübhe edilebilir? Yine biliyoruz ki, bilgisi olmayan, kudret
ve iradesi bulunmayan bir şeyin, bir gaye ve hikmete yönelik birtakım güzel ve üstün eserleri var etmesi mümkün
değildir. Oysa ki biz bu alemde her neye bakacak olsak, onun bir gayeye, bir hikmet ve düzene bağlı bulunduğunu
görürüz. En büyük varlıktan en küçük varlığa varıncaya kadar bakılırsa, bunların öyle gelişi
güzel bir raslantı eseri olmadığı görülüyor, bunların boşuna yaratılmadığı
anlaşılıyor. Bu varlıkların her birinde üstün bir sanat ve letafet eseri, bir irade ve ihtiyar alameti
görülmüş oluyor. Artık bu kadar yararlı olan bu güzel eserlerin, ilim, kudret ve hikmet
sahibi olan ezelî bir yaratıcıya muhtaç olmadığını kim söyleyebilir? Şimdi
biz, bütün bu dış alemdeki varlıklardan bakışlarımızı çevirip kendi nefsimize ve duygularımıza
bakalım. Vücudumuzun her parçası ve hücresi, vicdanlarımızın bütün duygu ve kavramları, şanı
çok yüce olan büyük bir Allah'ın, yaşatıp rızık veren bir yaratıcının varlığına
daima şahidlik edip durmuyor mu?.. O halde şübhe yok ki, kendi varlığını
ve sorumluluğunu yitirmedikçe, hiç kimse, Allah'a iman inancından, bir yaratıcının var olduğu
düşüncesinden asla yoksun olamaz. "Gökten ve yerden size rızık veren Allah'dan başka
bir yaratıcı var mı?"
Peygamberlere İman 30-
Bütün Peygamberlere iman etmek müslümanlıkta esastır. Lügat manası bakımından peygamber, haber veren
kimse demektir. Dini teriminde ise, Allah Tealâ'nın kullarına dinlerini bildirmek için görevlendirdiği seçkin
insanların her birine "Peygamber" denir. Bu zatlar Yüce Allah'ın birer elçisi demektir. Bunların Allah'ın
Peygamberleri oldukları, kişiliklerindeki yüksek vasıflardan ve Allah tarafından kendilerine verilen mucizelerden
sabit olmuştur. 31- Mucize; Başkalarının meydana getiremeyeceği
olağanüstü şeylerdir. Bir peygamberin gerçek peygamber olduğunu doğrulamak için Yüce Allah o işi
Peygamberinin eliyle ortaya çıkarır. 32- Keramet; Bir kısım olağanüstü
işlerdir. Yüce Allah'ın kudretiyle veli kulları tarafından meydana getirilir. Bu kerametler de, o velinin
bağlı bulunduğu Peygamber için bir mucize sayılır. Çünkü o Peygamber gerçek Peygamber olmasaydı,
kendisine bağlı olanlardan böyle kerametler ortaya çıkamazdı. 33- Meunet-İstidraç;
Peygamberlik davasına kalkışmayan ve Peygamberin sünneti üzere yürümeyen bazı bayağı kimselerden
meydana çıkan ve olağanüstü bir halde görülen birtakım olaylardır ki, o şahsın büyüklüğünü
göstermez ve hiç bir zaman keramet ve mucize derecesine varamaz. Fakat yalan yere peygamberlik davasına
kalkışan kimselerin elinden ne mucize, ne keramet ve ne de başka olağanüstü işler çıkar. Böyle
yalancı kimselerin mucize veya harika diye meydana koyacakları şeyler, bir gözbağcılıktır
veya bazi ilmî kurallara dayanan bir san'at eseridir. Bunların asıl maksadları hemen meydana çıkar. Onların
yaptıklarından daha güzelini başkaları da yapabilir. Yalan yere peygamberlik davasında
bulunanların nasıl bir sonuçla karşılaştıkları, yalanlarının nasıl meydana
çıktığı tarihlerde bellidir. 34- Peygamberlere Nebî de denir. Resûl de denir. Bununla
beraber yeni bir kitab ve şeriatla bir ümmete gönderilmiş olan zata Resûl, başka bir Peygamberin şeriatına
bağlı olarak gelen Peygambere de Nebî denmiştir. Buna Resûl veya Mürsel denmez. Nebî isminin çoğulu
Enbiya'dır. Resûl'ün çoğulu Rusül'dür. Mürsel'in çoğulu da Mürselîn'dir. 35- Yüce Allah'ın
ilk Peygamberi Hazret-i Âdem aleyhisselâm'dır. Son ve en büyük Peygamberi de, bizim sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed
aleyhisselâm'dır. Son Peygamber olduğu için Peygamber Efendimize Hatemu'l-Enbiya (Peygamberlerin sonuncusu) denmiştir.
Bu iki Peygamber arasında, sayılarını ancak Allah'ın bildiği çok Peygamber bulunmuştur.
Kur'an'da bu Peygamberlerden sadece şu yirmi beş Peygamberin adı geçer: Âdem , İdris,
Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lût, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Eyyüb, Şuayb, Musa, Harun, Davud, Süleyman,
İlyas, Elyase, Zülkifl, Yunus, Zekerriya, Yahya, İsa, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem). Bunlardan
başka Kur'an-ı Kerimde adları geçen Üzeyr, Lokman ve Zülkarneyn isimli üç zat daha vardır
ki, bunların Peygamber veya velî oldukları ihtilaflıdır. Bunların da pek büyük kimseler olduğuna
şüphe yoktur. Bu saygıdeğer peygamberlere ait bilgi, kitabımızın onuncu bölümünde verilecektir.
36- Peygamberler her türlü güzel sıfatlara sahibdirler. Onlardan her birinin varlığı bir olgunluk ve üstünlük
örneğidir. Özellikle onlarda doğruluk, emanet, seziş ve anlayış, günahlardan korunmuş olma ve
şeriatı tebliğ etme vasıfları vardır. Şöyle ki: 1-
Peygamberler sadıktırlar; her hususta doğru sözlüdürler. Kendilerinden asla yalan çıkmaz.
2- Peygamberler emindirler. Gerek peygamberlik konusunda, gerek diğer konularda her türlü güvene sahibdirler.
Kendilerinde asla hainlik bulunmaz. 3- Peygamberler son derece yüksek bir anlayışa,
tam akla ve kuvvetli bir görüşe, üstün bir zekaya sahib bulunmuşlardır. Onlarda gaflet, yüksek duygu ve kavramlardan
yoksunluk düşünülemez. 4- Peygamberler masumdurlar. Onlar gizli ve aşikâr her
türlü günahlardan, küçük düşürücü bayağı işlerden tamamen beridirler, iffet ve ismet sahibidirler.
5- Peygamberler tebliğ sıfatına sahibdirler. Emrolundukları şeriat hükümlerini, olduğu
gibi ümmetlerine bildirirler. Şeriat hükümlerinden herhangi birini saklamış veya unutmuş olmaları
asla düşünülemez. Böyle bir şey peygamberlik şanına yakışmaz. Böyle bir tutum, peygamber
olarak gönderildikleri hikmete ve Allah'ın iradesine uygun düşmez. Sonuç: Bütün peygamberler
şu yazdığımız beş sıfatı tamamen kendilerinde bulundurmuşlardır. Çünkü bu
büyük huylara sahib olmayan kimseler, insanları aydınlatıp onlara öncü olamazlar. İşte bütün peygamberlerin
böyle tanıyıp doğrulamak imanımızın sıhhatı için şarttır.
37- Peygamberlerin insanları yola getirmek ve onların kötü hallerini düzeltmek için Yüce Allah tarafından görevlendirilmiş
oldukları güzelce düşünülünce, onlara iman etmenin gereği ve önemi kendiliğinden anlaşılmış
olur. Gerçek şu ki, peygamberlere iman etmek, onların yüksek huy ve vasıflarını
bilip doğrulamak, onlara son derece saygılı olmak bizim için kesin bir görevdir. Peygambelere
iman etmeyen bir kimse, Yüce Allah'a iman etmemiş sayılır. Çünkü Yüce Allah'a, O'nun razı olacağı
bir şekilde iman etmenin yolunu insanlara bildiren ancak peygamberlerdir. Kendi değersiz akıllarını
öncü edinmek isteyenler, gerçeğe ve Allah'ın rızasına ulaşamazlar, sapıklık içinde kalırlar.
Yüce Allah'ın, peygamberlere iman edilmesi yolundaki emirlerine de aykırı hareket etmiş olurlar. Bu bakımdan
hidayetten yoksun kalırlar. Öyle ki, peygamberlerden yalnız birine iman etmemek, tümünü inkar etmek gibidir. Böyle
bir inanç, insanı imansız yapar. Hele Allah Tealâ'nın en büyük peygamberi ve peygamberlerin sonuncusu olan
Hazreti Muhammed'in (sallallahu aleyhi ve sellem) yaşadığı tarih gün gibi meydandadır, insanlar alemi
tarafından bilinmektedir. Artık bugün hiç bir millet, din konusundaki bilgisizliğinden ötürü özürlü sayılamaz.
Bugün her millete düşen en önemli görev, bu büyük Peygamberin dinini kabul etmektir. Onun gösterdiği doğru
yola koyulmak ve kurtuluşa ermektir. Bu görev tam manası ile yerine getirilirse, insanlık alemi o zaman dünya
felaketlerinden ve ahiret azabından kurtulur. Gerçek medeniyete ve ahiretin sonu olmayan mutluluğuna ermiş
olur.
Peygamberlere Olan İhtiyaç 38- Bilindiği gibi, Yüce Allah, kendisinin kutsal varlığını ve birliğini
bilmeleri, kendisine ibadet ve itaatta bulunmaları için insanları yaratmıştır. İnsanları
diğer birçok yaratıklar arasında akıl ve düşünce ile seçkin kılmıştır. Onun için
bir insan aklını güzel kullandığı takdirde, kendisini yaratıp da ona düşünüp anlama gücünü
veren bir yaratıcının varlığını sezer. Kendisinin ve çevresindeki varlıkların
öyle rasgele kendiliklerinden var olmadıklarını anlar. Böylece kendisinde İlahî bir düşünce doğar
ve büyük bir kudret sahibi yaratıcının var olduğu inancına ulaşır.
Fakat o Yüce yaratıcıyı hiç kimse şanına uygun bir şekilde bilemez. O'nun peygamberine uymayan
kimse, Allah'ın razı olmadığı ibadetlerin hangileri olduğunu kestiremez, yaratılış
hikmetinin ne olduğunu anlayamaz, insanlar arasındaki ilişki ve karşılıklı hakların
nelerden ibaret bulunduğunu ve görevlerin ne olduğunu gereği üzere belirleyemez. Nihayet yaratılış
gayesinin dışında yürür de bundan haberi olmaz. Cehalet içinde bulunduğunun farkına varamaz. Böylece
ebedî mutluluktan yoksun kaldığını anlayamaz. Peygamberlerin varlığından
haberi bulunmayan veya peygamberlerin yoluna inanmayıp gerçekleri bozarak değiştiren nice milletler sapıtmışlar,
insanlığa yakışmayan hallere düşmüşlerdir. Aralarında her türlü vahşet hareketleri
türemiş, insanlara, ağaçlara ve taşlara tapınıp durmuşlardır. İşte
insanları bu gibi çirkin hallerden kurtarmak, onlara din ile dünya görevlerini öğretmek ve böylece hem dünya, hem
de ahiret mutluluğuna ermelerini sağlamak için Allah'ın elçileri olan peygamberlere ihtiyaç vardır.
Onun için Yüce Allah kendi ihsan ve ikramı ile insanlara peygamberler göndermiştir. Böylece insanlara karşı
"İlahî hüccet" tamam olmuştur. Artık hiç kimse, "Ben görevimi bilmiyordum; onun için sana ibadet edemedim."
diye özür beyan edemeyecektir. Çünkü Yüce Allah insanlara görev bildiren peygamberleri göndermiştir. Bunlar Allah'ın
hüccet ve delilleridir. 39- Daha önce söylediğimiz gibi, peygamberlerin en büyüğü ve sonuncusu,
bizim peygamberimiz Hazret-i Muhammed'dir (sallallahu aleyhi ve sellem). Hazret-i Muhammed, yeryüzündeki bütün milletlere
gönderilmiş bir peygamberdir. Peygamberliği kıyamete kadar devam edecektir; en son peygamberdir. Onun yaymış
olduğu din, bütün insanlara aittir. Onun getirdiği İslam dini, bütün insanlığın dinidir, yaratılış
gayesine en uygun olan bir dindir. Her zaman için ihtiyaçlara cevab verecek olan hikmet dolu ebedî bir dindir. O mübarek peygamberin
getirdiği kitab (Kur'an) tümü ile hiç bir değişikliğe uğramaksızın kıyamete kadar
Allah tarafından korunmuş olacaktır. Sonuç: Beşeriyet öteden beri peygamberlere
muhtaç bulunmuştur. Peygamberlere uymaksızın hak yolu bulacağını ve Hakka ereceğini savunan
bir gafile soralım: Eğer peygamberlerin varlığından habersiz bir bölgede yetişmiş bulunsaydı,
kendisinde Allah'ın varlığı ve O'na karşı görevleriyle ilgili fikirler gerçek şekli ile
bulunabilecek miydi? Din ve dünya işlerine ait görevleri belirleyebilecek miydi? Kendi vicdanında yüksek duygulara
karşı bir çekicilik bulabilecek miydi? Zavallı İnsan! Kendi ruhunda sönük bir şekilde
parıldamaya başlayan bazı yüksek fikirlerin kendisine nereden geldiğini hiç düşünmemektedir. En kolay
işlerde ve tenlerde bile bir hocaya, ustaya ve yol göstericiye insan muhtaç olur da, en önemli olan din konusunda gerçekleri
öğrenmek için bir öğreticiye, bir yol göstericiye nasıl muhtaç olmaz? Doğrusu, sağduyulu hiç bir
düşünür, peygamberlere olan ihtiyacı inkar edemez. "Hiç bir ümmet yoktur ki, onlar içinden
bir uyarıcı (peygamber) gelip geçmiş olmasın." (Fatır:
24)
Semavi Kitablara İman
40- Yüce Allah, insanlara yine insanlardan Peygamberler göndermiştir. Bu peygamberlerden bir kısmına da kendi
emirlerini ve yasaklarını, kendisine ibadet şekillerini öğreten kitaplar indirmiştir.
Bu kitaplardan bir kısmına "Suhuf" denir. Bunlar birkaç sayfalık kitablardır. Kitablardan dördü de büyük
kitaplardır. İnişleri şöyledir: On sahife Hazret-i Âdem'e, elli sahife Hazret-i
Şit'e, otuz sahife Hazret-i İdris'e, on sahife Hazret-i İbrahim'e verilmiştir diye rivayet edilir.
Büyük kitaplara gelince: Tarih sırasına göre bunlardan birincisi Hazret-i Mûsa'ya verilen Tevrat'tır. İkincisi
Hazret-i Davud'a verilen Zebûr'dur. Üçüncüsü Hazret-i İsa'ya verilen İncil'dir. Dördüncüsü de, bizim Peygamberimize
(sav.) verilen Kur'an'dır. Yüce Allah bu kitabları vahy yolu ile göndermiştir. Ya Cibril-i
Emin adındaki bir melek aracılığı ile bildirmiş yahut başka bir şekille ilham etmiştir.
Bu kitablara "İlahi Kitablar" denildiği gibi, taşıdıkları yüksek vasıftan dolayı "Semavi
Kitablar" ve Cibril-i Emin aracılığı ile indirilmiş olduklarından da "Münzel Kitablar" denir.
41- Yüce Allah'ın bütün kitablarına iman etmek her mü'min için farzdır. Biz bugün diğer milletlerin ellerinde
bulunup da semavi oldukları söylenen kitablara değil de, Allah'ın aslen Peygamberlerine göndermiş olduğu
kitabların tümüne iman ederiz. Çünkü Kur'an'dan başka olan kitablar değişikliğe uğramışlardır.
Kur'an-ı Kerim'in hiç bir sözü zamanımıza kadar değişmediği gibi, kıyamete kadar da değişmeyecektir;
çünkü Allah onu değişiklikten koruyacağını yine Kur'an'da bildirmiştir.
Bütün semavi kitaplar insanlar için birer rahmet olmuşlar ve hak yolu göstermişlerdir. Onun için hepsine iman etmek
zorundayız. Bu kitablardan herhangi birini inkar etmek hepsini inkar demektir. Gerçek mü'min o kimsedir ki, Yüce Allah'ın
bütün kitablarına inanır. Yüce Allah'ın en son kitabı olan Kur'an-ı Kerim'e sarılır ve
onun hükümlerini gözetmeye çalışır. 42- Bugün Kur'an-ı Kerim'den başka diğer
Semavi kitablar tüm olarak yeryüzünde mevcut değildir. Aradan asırlar geçmiş ve birçok milletler tarihe karışmış
olduğundan kitabların bir çoğu tamamen kaybolmuş, bir kısmı da büyük değişikliklere
uğrayarak İlahî vasıflarını kaybetmişlerdir. Bugün elde bulunan
Tevrat, Zebûr ve İncil nüshalarından hiç biri, Yüce Allah'ın Mûsa'ya, Davut'a ve İsa'ya indirmiş
olduğu kitabların aynı değildir. Ancak Kur'an-ı Kerim asliyyetini olduğu gibi korumaktadır,
bir kelimesi bile değişikliğe uğramamıştır. 43- Kur'an-ı Kerim'in
bütün ayetleri, daha başlangıcında bizzat Hazret-i Peygamber Efendimiz (sav) tarafından ezberlenmiş
olduğu gibi, ashabın birçokları tarafından da ezberlenmiş ve yazılmıştı. Hazret-i
Peygamberin (sav) ahirete göçmesinden sonra Hazret-i Ebu Bekir, bütün ashab-ı kiram huzurunda Kur'an'ın birer nüshasını
yazdırarak onu değişiklikten korumuştu. Hazret-i Osman'ın halifeliği zamanında da bu asıl
kitabdan yeterince yazdırılarak büyük İslâm merkezlerine birer nüsha gönderilmişti. Bunların her
birine "Mushaf-ı Şerif" adı verilmiştir. Daha sonra bütün Mushaflar bu asıllara göre aynen yazılagelmiştir.
Her asırda yüzbinlerce Mushaf-ı Şerif yazılmış. Ayrıca Kur'an-ı Kerim'i baştan
sona ezberleyen binlerce hafız yetişmiştir. Bu özellik diğer semavi kitablar arasında yalnız
Kur'an-ı Kerim'e nasip olmuştur. Bu da bir hikmet gereğidir. Çünkü diğer Semavi Kitablar belli bir kavme
ve belirli bir zamana ait olarak Peygamberlere indirilmişlerdi. Kur'an-ı Kerim ise, bütün insanlık alemine
ve bütün asırlara mahsus olarak Peygamberimize indirilmiştir. Onun için bu kitabın Allah tarafından korunması
bir hikmet gereği olmuştur. 44- Kur'an-ı Kerim'in bir ayeti bile değişikliğe
uğramayarak aslı üzere kalması, öyle bir gerçektir ki, bunu bir kısım müsteşrikler (şarkiyat
ilimleri ile uğraşanlar) bile insaf göstererek doğrulamaktadır. Bunun aksini iddia edenler, müslümanlık
aleyhine propaganda yapan siyasi maksadlı ve körü körüne batıla saplanmış kimselerdir. Bugün Kur'an-ı
Kerim her yabancı dile tercüme edilmiş durumdadır. Bu diller arasında Türkçe, Farsça, Hindçe, Almanca,
Fransızca, İngilizce, Rusça, Felemenkçe ve Çince'ye tercüme edildiği gibi, Cava, Bengal ve Malaya dillerinde
de tercümeleri vardır. Sonuç olarak, bugün Kur'an-ı Kerim'in İlahi ifadeleri bütün beşeriyetin
kulaklarına çarpıp durmaktadır. İnsanlığı bir kardeşlik, bir selamet ve mutluluk üzere
toplanmaya çağırmaktadır. "Kur'an bütün alemler için bir uyarıcı, bir
zikirdir." (Kalem: 52)
Semavi Kitablara Olan İhtiyaç
45- Varlıkları ile insanlık alemine şeref vermiş olan Peygamberler, çok önemli olan elçilik ve peygamberlik
görevini yerine getirebilmek için, kendilerine Yüce Allah tarafından talimat verilmiş olması gerekir. İşte
bu talimat, Peygamberlere Semavi kitablarla verilmiştir. Semavi kitablar, Yüce Allah'ın insanlar
üzerinde uygulanacak birer kutsal kanunudur. Allah, insanlara haklarını ve görevlerini bu kanunlar yolu ile bildirmiştir.
Peygamberlerin dünyadaki hayatları geçicidir. Peygamberlerin ümmetlerine bildirdikleri İlahi hükümlerin devamı,
ancak bu kitablar sayesinde mümkün olmuştur. Eğer bu kitablar olmasaydı, insanlar yaratılışlarındaki
hikmetten, üzerlerine düşen görevlerden, kavuşacakları ahiret nimetlerinden ve felaketlerinden habersiz kalırlardı.
Yaşayışlarını düzene sokacak İlahi prensiplerden mahrum kalırlardı. Özellikle kutsal
ayetleri okumak, onlara ibadet etmek, onlardan öğüt almak ve onlarla gerçeği anlayıp tehlikeli görüşlerden
kurtulmak şerefinden ve mutluluğundan uzak kalmış olurlardı. İşte
Semavi kitablara, taşıdıkları bu yüksek gaye ve hikmetlerden dolayı insanlık aleminin pek ziyade
ihtiyacı olmuştur. Bu ihtiyacı karşılamak için de, bu kutsal kitablar insanlara ihsan buyurulmuştur.
Kur'an'ın Nasıl Bir İlâhi Kitab Olduğu 46- Kur'an-ı Kerîm, yukarda da söylediğimiz gibi, Yüce Allah'ın yeryüzüne şeref
veren en kutsal kitabıdır. Bu öyle bir kitabdır ki, insanlar ancak onun gösterdiği yolda yürüdükleri takdirde
mutluluğa kavuşurlar ve Allah'ın rızasına ererler. İnsanlar arasında her türlü iyi duygular
ilerleyip yükselmeye başlar, kardeşlik ve beraberlik meydana gelir. Kur'an-ı Kerîm'in
hem manası ve hem de lafızları Allah'dandır. Yüce Allah'ın vahyi iledir. Vahy Cibril-i Emin aracılığı
ile peygamberimize olmuştur. Onun için Yüce Kur'an'ın manası ile amel edilir. Kur'an müslümanların değişmez
kanunudur. Lafızları da bir ibadet olmak üzere okunur, onunla sevab kazanılır. Bu lafızlar sayesinde
Kur'an'ın manası anlaşılır, ruhlara tesir eder ve onunla Allah'ın rızası kazanılır.
47- Kur'an-ı Kerîm hiç bir kitaba benzemez. Onun manasını hiç kimse değiştiremez, lafzının
yerine başka bir söz konamaz ve hiç bir tercüme de Kur'an hükmünü alamaz. Kur'an-ı Kerîm ebedî
kalacak bir mucizedir. Bunun edebî inceliklerine, güzel ifadesine ve taşıdığı manalara bir nihayet
yoktur. Bütün insanlar ve cinler bir araya toplansa, en kısa bir sûresinin bile benzerini yapamazlar. Bu bakımdan
da Kur'an-ı Kerîm asırlardan beri bütün aleme meydan okumaktadır. Edebî sanat ve kabiliyetlerine güvenen nice
kimseler, onun kısa bir sûresinin benzerini yapmaktan aciz kalmışlardır. Buna güçleri yetmediğini
de kabullenmişlerdir. Bu durum da Kur'an'ın Allah'ın bir mucizesi olduğuna en sağlam ve değişmez
bir delildir. 48- Kur'an-ı Kerîm'in ruhlar üzerindeki tesirine gelince, buna da bir nihayet yoktur.
Kur'an-ı Kerîm'in ayetlerini güzelce anlayarak okuyan ve dinleyen temiz kalbli insan, kendinden geçer. dimağında
pek çok yüksek duygular uyanır ve ruhu maneviyat alemine yükselir. O manevî duygunun tesirinden de gözlerinden yaş
dökülmeye başlar. Bir bahar mevsiminde yağan yağmurların ve parlayan güneş
ışınlarının kurumuş olan bitkileri canlandırması gibi, Kur'an-ı Kerîm'in ifadeleri
de anlayışlı kalbler üzerinde çok daha büyük tesirler yapar. Gönüllere yeni bir hayat ve ferahlık verir.
Böylece insanı hem dünyasından, hem de ahiretinden haberdar eder, sonsuz bir varlığa ve mutluluğa
kavuşturur. "Biz Kur'an'dan mü'minlere şifa ve rahmet indiriyoruz." (İsra: 82)
Kur'an-ı Kerimin Taşıdığı Gerçekler 49- Kur'an'ın insanlara bildirdiği emirler ve yasaklar, açıkladığı
hikmet ve gerçekler pek çoktur. Bunlar temel olarak inançlara, ibadetlere, muamelata, ahlaka, Allah'ın Yüce kudretini
gösteren üstün san'at eserlerine, ibret alınacak olaylara ve diğer şeylere aittir. Bunları şu şekilde
özetleyebiliriz: 1) Kur'an-ı Kerim, insanlara Yüce Allah'ın varlığını,
birliğini, büyüklüğünü, hikmetlerini ve kudsiyetini bildirir. Öyle ki, felsefi görüşlere sahib olanların
parlak sözleri onun yanında pek sönük kalır. 2) Kur'an-ı Kerim, insanları ilim ve
irfana, ibretle bakıp düşünmeye çağırır. Gaflet içinde yaşamaktan insanları engeller. İnsanlara,
Yüce Allah'ın hikmet ve kudretini gösteren büyük eserlerine bakmalarını öğütler.
3) Kur'an-ı Kerim, önceki devirlerde insanlara gönderilmiş olan peygamberlerin bir kısmı ile ilgili bilgi
verir. Yüksek görevlerini nasıl başardıkları ve bu görevler uğrunda ne kadar zorluklara katlandıklarını
bildirir. Bütün insanların son Peygambere uymalarını emreder. 4) Kur'an-ı Kerim,
geçmiş ümmetlere ait ders alınacak en büyük ibret sahnelerini ve tarihi olayları bildirir. İnsanları
bunlardan ibret almaya çağırır. Peygamberlere karşı çıkıp isyan eden günahkar kavimlerin
çok korkunç akıbetlerini haber verir. 5) Kur'an-ı Kerim, insanlara daima uyanık bir ruha
sahib olmalarını ve Hak'dan gafil bulunmamalarını emreder. Nefislerin arzularına uyarak din ve faziletten
yoksun kalmamalarını öğütler. Dünyanın maddi yarar ve zevklerine dalıp da, manevi hazlardan ve ahiret
nimetlerinden mahrum kalmanın büyük bir felaket olacağını bildirir. 6) Kur'an-ı
Kerim, müslümanlara, dinlerine sımsıkı sarılmalarını ve daima hakkı savunmalarını
öğütler. Düşmanlarına karşı da, daima kuvvetli bulunmalarını, her türlü korunma vasıtalarını
hazırlamak için çalışmalarını hatırlatır. Gerektiği zaman savaş meydanlarına
atılmalarını, din ve namuslarını, yurdlarını, maddi ve manevi varlıklarını
hem canları hem de malları ile korumalarını emreder. 7) Kur'an-ı Kerim, medeni
ve sosyal hayatın bir düzen ve huzur içinde yürümesi için gereken esasları ve kuralları bildirir. İnsanların
birtakım hak ve görevleri korumalarını ve gözetmelerini ister. 8) Kur'an-ı Kerim,
hem şahıslara, hem de cemiyetlere, selamet içinde kalmaları için adaleti, doğruluğu, alçak gönüllü
olmayı, sevgiyi, merhameti, iyilik etmeyi, bağışlamayı, edeb gözetmeyi, eşitliği ve bu
gibi yüksek huyları tavsiye eder. İnsanları zulümden, hainlik etmekten, büyüklenmekten, cimrilikten, intikam
duygularından, katı yürekli olmaktan, çirkin söz ve işlerden, zararlı olan içki ve yiyeceklerden alıkor.
Yapılması, yenip içilmesi helal veya haram olan şeyleri bildirir. 9) Kur'an-ı Kerim,
Yüce Allah'ın bu alem için koymuş olduğu tabiî kanunları hiç kimsenin değişteremeyeceğini
anlatır. Herkesin bu kanunlara göre davranışlarını ayarlamaları gereğine işaret eder.
İnsanlara, çalışmalarının meyvesinden başka birşey elde edemeyeceklerini hatırlatır.
İnsanları çalışıp çabalamaya teşvik eder. 10) Kur'an-ı Kerim, Yüce
Allah'ın: "Yapınız - Yapmayınız" diye emirlerini ve yasaklarını benimseyip gereğince
hareket eden mü'minler için verilecek dünya ve ahiret nimetlerini ve elde edecekleri başarıları müjdeler. İman
etmeyenlere de hazırlanmış bulunan kötü akıbetleri, Cehennemin azab şekillerini hatırlatır.
Kur'an-ı Kerim, bütün bu açıklamaları ile insanları, yaratılışlarındaki yüksek gayeden
haberdar ederek ona iletmek ister. Sonuç: Kur'an'ın ifadesi bir mucizedir. Bu gibi daha nice hikmet
ve gerçekleri içinde toplamıştır. İnsanlık alemi ne kadar yükselirse yükselsin, hiç bir zaman Kur'an'ın
yüksek talimatı dışında kalamaz. Kur'an'ın talimatına (gösterdiği prensiplere) aykırı
davranışlar ise, aslında yükselme değil, bir alçalmadır.
Meleklere İman 50- Melekler
ruh gibi lâtif ve nuranî varlıklar olup asıl vasıfları Allah tarafından bilinen ve büyük sahib olan
Allah'ın kullarıdır. Meleklerin bir kısmı daima ibadet ve zikirle uğraşır. Bir kısmı
da yer ve göklerde pek çok görevlerle meşgul olurlar. Melekler yemekten, içmekten, evlenmekten,
doğup doğurmaktan beridirler. Değişik şekillere girmeye kaabiliyetleri vardır. Yüce Allah'ın
emirlerine asla isyan etmezler. Görevlerini emredildikleri şekilde aynen yaparlar. Kıyamete kadar kudsiyet içinde
yaşayıp manevi bir zevk ile vakit geçirirler. 51- Müminler meleklerin varlığına
iman etmekle yükümlüdürler. Onların varlığı aslında mümkün olan şeydir. Gerçekte varlıkları
ise, bütün Peygamberler ve onlara verilen Kitablar tarafından bildirilmiştir. Artık melekleri inkar, bütün
peygamberleri ve kitabları inkat etmek sayılacağından onları inkar asla caiz olmaz. Bundan dolayıdır
ki, öteden beri meleklerin varlığına bütün milletler iman edegelmiştir. Onun için meleklere iman etmek,
bizim dinimizde de şarttır. 52- Meleklerin varlığını bütün peygamberler
ve bütün semavî kitablar haber vermişlerdir. Bu alemde bizim bildiğimiz ve nice bilmediğimiz gizli-aşikar
yaratıklar vardır. Bugün varlıkları keşfedilmiş veya henüz keşfedilmemiş nice kuvvetler
mevcuttur. Hatta akıl ve şuura sahip olup gözle görülmeyen "Cin" adlı yaratıklar vardır. Onların
varlığını peygamberler ve kitablar bildirmiştir. Onların da insanlar gibi bir kısmı
mü'min, bir kısmı kafirdir. Akla ve şuura, kuvvet ve kudrete sahib varlıkların
yalnız insanlardan olduğunu söylemek, koca kainatın yaratıcısı olan Yüce Allah'ın kudret
ve büyüklüğünü düşünmemekten ileri gelir. Bir şey gözle görülmediğinden ve duygularımızla anlaşılmadığından
dolayı o inkar edilemez. Nitekim kendi ruhumuzu ve vicdanımızı görmediğimiz halde bunları inkar
edemiyoruz. Bu kainatın büyüklüğü karşısında küçük bir parça yerinde sayılan
yeryüzünde cins ve şekilleri anlatılamayacak kadar canlı varlıklar yaşamakta iken, başka bildiğimiz
ve bilmediğimiz alemlerde bizim yaratılışımıza aykırı biçimde akıllı ve
şuurlu yaratıkların bulunmadığı nasıl söylenebilir?
Meleklerin Varlığındaki Hikmet
53- Meleklerin yaratılışındaki hikmeti tamamıyla ancak Yüce Allah bilir. Biz şunu söyleyebiliriz:
Yüce Allah, kudret ve hikmetine son olmayan bir yaratıcıdır. Nice sayısız alemler yaratmıştır.
Yüce Allah kendi varlığını bilsinler ve kendine ibadet etsinler diye, insanları ve cinleri yarattığı
gibi, melekleri de yaratmıştır. Bunları da alemde birtakım görevlerle görevlendirmiştir. Böylece
kainatın düzenini sağlamıştır. Bu sayede Yüce Allah'ın her varlık üzerinde büyük kudreti
görülüyor, her şey O'nun varlığına şahid bulunuyor, insan kendi varlığının daima
üstün ve gizli kuvvetler tarafından göz altında bulunduğunu düşünerek uyanık bir halde yaşıyor.
54- Cebrail, Mikâil, Azrail ve İsrafil adında dört melek vardır. Bunlar meleklerin en büyükleridir.
Bunların yanında birçok melekler daha bulunur. Cebrail (Cibril) aleyhisselam, Yüce Allah'ın kitablarını
peygamberlere getirip tebliğ etmekle görevlidir. Mikâil aleyhisselam, yeryüzündeki rüzgar, yağmur, ekin ve
benzeri olayların meydana gelmesi için görevlendirilmiştir. Azrail aleyhisselam, insanların ölme (ecel)
vakitleri gelince ruhlarını almak için görevlidir. İsrafil aleyhisselam da, kıyamet gününün kopmasına
ve öldükten sonra bütün insanların tekrar dirilmesine memur edilmiştir. Kimbilir bunların daha nice görevleri
vardır!... Ayrıca Hafeze ve Kiramen Katibin denilen melekler vardır. Bunlardan
her insanın yanında iki melek bulunur. Biri insanın güzel işlerini, diğeri de yaptığı
kötü işleri yazar. Bu şekilde insanın amel defterini meydana getirirler. İşte
her şeyi muhakkak bir hikmete bağlı olarak yaratmış olan Yüce Allah, melekleri de, bu gibi görevleri
yapmak ve kendi adaletini tanıtmak, kudret ve hakimiyetini göstermek için hikmeti gereği yaratmıştır.
"Senin Rabbin her şeyi bilen yaratıcıdır." (Hicr: 86)
Ahirete İman 55- Ahiret,
bu dünyadan sonraki nihayetsiz (sonsuz) alemdir. Yüce Allah, içinde yaşadığımız bu dünyayı ve
üzerinde olan bütün varlıkları geçici bir zaman için yaratmıştır. Bir gün gelecek, bu dünyadan ve
üzerinde bulunanlardan hiç bir eser kalmayacaktır. Allah'ın takdir ettiği gün gelince, insanlarla beraber bütün
canlı ve cansız varlıklar yok olacaktır. Bütün dağlar-taşlar, yerler-gökler parçalanacaklardır.
Böylece bu alem bambaşka bir alem olacaktır. Bu, kıyamettir. Bundan sonra yine Yüce Allah'ın takdir ettiği
zaman gelince, bütün insanlar yeniden dirileceklerdir. İnsanların hepsi "Mahşer" denilen çok geniş ve
düz bir sahada toplanmış olacaklar ve yeni bir hayat başlayacaktır. Buna "Umumi Haşr" denilir. Bu
yeni hayatın başlayacağı günden itibaren, bitmez ve tükenmez, sonu gelmez bir halde devam edecek olan
aleme, ahiret alemi denir. Buna inanmak da, müslümanlıkta bir esastır. 56- Kıyametin
kopması ve ahiretin meydana gelmesi, Kur'an'ın ayetleriyle, Peygamberin hadisleriyle ve ümmetin birliği ile
sabittir. Diğer bütün peygamberler de kendi ümmetlerine bu gerçeği bildirmişlerdir. Onun için ahirete iman
etmek büyük bir görevdir ve her din için önemli bir inançtır. Kudretine nihayet bulunmayan Yüce
Allah için, gelecekte ahiret hayatını meydana getirmek pek kolay şeydir. Alemleri yoktan var eden, hele insanları
birçok güç ve meziyetlerle yaratıp kendilerine hayat veren büyük Yaratıcımız için, bütün bu alemleri yok
ettikten sonra tekrar yaratmak zor birşey midir? Bir şeyi önce var eden, sonra tekrar onu var edemez mi? Bunları
tekrar var edemeyen yaratıcı olur mu? Hayır, Yüce Allah öyle bir büyük yaratıcıdır ki, nice
alemleri de yaratmaya kadirdir. Bir kere astronomi ilmine bakalım: Ucu bucağı olmayan bir boşlukta dolaşıp
duran ve zaman zaman parlayıp sönen yüz binlerce nur ve ışık alemini bu ihtişamları ile yaratmış
olan Allah, ahiret alemini de yaratmaya kadirdir. 57- Allah'a hamdolsun ki, biz müslümanlar, ahiret
gününe, ahiretin sonsuz hayatına, Cennet ve Cehennem'in daha önceden yaratılmış olduğuna inanıyoruz.
İşte bu iman bizi kurtuluşa götürür, ruhumuzu yükseltir ve bizi mutluluğa kavuşturur. Bu imandan
yoksun olmak, insanı şaşırtıp sapıklığa düşürür, hertürlü fenalığa
sürükler ve hem dünyada ve hem de ahirette yüzü kara eder.
Kıyametin Oluşu ve Başlangıç Alâmetleri 58- Ahiret alemi başlamadan önce, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, bütün
insanların ve bütün alemlerin başına kıyamet kopacaktır. Bu kıyametin kopmasını "Sûr'a
birinci üfürüş" olayı meydana getirecektir. Şöyleki: Melek İsrafil (a.s) "Sûr"denilen
ve niteliği ve Yüce Allah tarafından bilinen bir ses verme cihazına üfürecektir. Bundan çıkan korkunç
bir ses ile bütün canlılar ölecek, herşey altüst olacaktır. 59- Bildiğimiz yer sarsıntıları,
su basmaları, yanardağların patlamaları, yıldırımların düşmesi ve yerlerin çökmesi
gibi bir takım olaylar yüzünden yeryüzünde ne korkunç ve ne büyük felaketler meydana gelmektedir. Bunlardan her biri,
Yüce Allah'ın büyük kudretini gösteren nişanlardır. İşte yeryüzünde ve göklerde büyük kıyametin
kopması da, bizce bilinmeyen çok korkunç bir ses ve gürültü ile (Sûr'a üfürülmenin dehşeti) ile olacaktır.
Kimbilir, hatır ve hayalimize gelmeyen daha nice büyük olaylar ve görüntüler buna eşlik edecektir. Bütün âlemlerdeki
düzen ve ölçü, ancak Yüce Allah'ın eseridir. O'nun kudretinin delilidir. Yüce Allah bu düzen ve ölçüyü herhangi bir sebeple
bir an içinde kaldırınca, bütün varlıklar hemen altüst olur, maddeler arasındaki bağlantılardan
hiç bir eser kalmaz, hiç bir canlının yaşamasına imkan kalmaz. İşte
bu umumi (genel) kıyamettir. Bunun kopacağı zamanı ancak Yüce Allah bilir. 60- Kıyametin
alâmetlerine gelince: Bunlar, Eşrat-ı Saat (Kıyamet Alametleri) denen bazı tuhaf ve çirkin olağanüstü
olaylardır. Bunların meydana geleceğini Peygamber efendimiz bildirmiştir. Başlıcaları şunlardır;
1) Din konusunda bilgisizliğin her tarafa yayılması, sarhoşluk veren şeylerin içilmesi, zina ve benzeri
kötülüklerin çoğalması, öldürme olaylarının artması... Bunlara küçük alâmetler denir.
2) Müminleri nezleye tutulmuş ve kafirleri sarhoş olmuş gibi yapacak bir dumanın çıkması.
3) Deccal adında bir şahsın türeyip tanrılık davasında bulunması ve sonra kaybolup gitmesi...
4) Ye'cüc ve Me'cüc adında iki milletin yeryüzüne yayılarak bir müddet bozgunculuğa çalışması...
5) Hazret-i İsa'nın gökten inerek bir müddet Peygamberimizin şeriatı ile amel etmesi...
6) "Dabbetü-l Arz" adında canlı bir yaratığın yerden çıkarak insanlara karşı sözler
söylemesi... 7) Yemen tarafından korkunç bir ateş çıkarak etrafa dağılması...
8) Doğu ile batıda ve Arab yarımadasında birer büyük yer çöküntüsü olması...
9) Güneşin az bir zaman için battığı yerden doğması... Bu alametlere de,
Büyük Alametler denir. Bütün bu olaylar Yüce Allah'ın kudretine göre, hiç bir zaman imkansız
sayılamaz. İçinde yaşadığımız bu âlemdeki olayların her biri, acaib bir yaratışın
ve büyük bir kudretin nişanıdır, bir üstünlük örneğidir. Artık Kıyamet Alâmetleri denilen bu
olayları düşünen hangi insan imkansızı görebilir? Bundan önce varlıklarına
imkan verilmeyen nice büyük icatlar zaman zaman ortaya çıkmıyor mu? İnsanların zeka ve çalışmaları
sayesinde böyle bir takım büyük ve güzel şeyler meydana geldiği halde, yaratıcımızın büyük
kudreti ile artık nelerin meydana gelebileceğini düşünelim. "Bütün bunları yaratmak
Allah'a güç değildir." (İbrahim:20)
Ahirete Ait Olaylar
61- Kıyamet koptuktan bir süre sonra Yüce Allah'ın emriyle sura ikinci üfürüş olacaktır. Bunun
üzerine bütün insanlar dirilerek yerlerinden kalkacaklar ve mahşer (toplantı) meydanında bir araya gelmiş
olacaklardır. Bir insanın bedeni yüz binlerce parçaya ayrılsa, her tarafa savrulup saçılsa
ve çürüyüp kaybolsa, yine bunlar Yüce Allah'ın ilminden ve kudretinden dışta kalmazlar. Yüce Allah dilediği
zaman bunları kudreti ile bir araya toplayıp diriltir, dilediği sonuca kavuşturur. İnsanların
böyle yeniden hayat bulmalarına Haşr-i Ecsad (Bedenlerin toplanması) denilir. Bu olay, ruhların bedenlerine
yeniden girmesiyle meydana gelecektir. 62- Bilindiği gibi, ruhlar Allah'ın birer emridir.
Onların gerçek halleri insanlar tarafından bilinmez. İnsanlar ölünce, onların ruhları geçici bir
zaman için başka bir aleme gider. Orada dünyada yapmış olduğu işlere göre ya rahat yaşar yahut
azab görür. O aleme Berzah Âlemi denir. Bu, dünya ile ahiretten başka olan bir alemdir. Hayatla ölüm arasında uyku
hali ne ise, ölümle ahiret hayatı arasında olan Berzah alemi de onun benzeridir. Bunun gerçek halini ancak Yüce
Allah bilir. İşte ruhlar, ebedî bir şekilde ölümden ve yok olmaktan kurtulmuş oldukları
için, ahiret hayatı başlayınca her ruh, Allah'ın kudreti ile meydana gelecek olan kendi bedenine döner.
Onunla birleşerek beraberce Mahşer'e gider. Bu esas bakımından cisimle ruhun bir araya gelmesinden başka
bir şey değildir. 62- Mahşer'de her mükellef (yükümlü) insan sorguya çekilecektir.
Dünyada yaptığı işleri gösteren amel defteri kendisine verilecek, dünyadaki amelleri tartıya konacaktır.
Müminlerin bir kısmı peygamberlerin ve diğer büyük kimselerin şefaatına kavuşucaktır. Her
insan "Sırat" denilen köprüden geçmek zorunda kalacaktır. İnsanların bir kısmı Sırat'ı
geçerek Cennet'e girecek, bir kısmı da bundan geçemeyip Cehennem'e düşecektir. Şöyle ki:
1) Ahiret gününde sorguya çekilme, yükümlü olan bütün yaratıkların Allah tarafından hesaba çekilmesidir. Mahşer'de
büyük bir adalet mahkemesi kurulacak ve herkesden dünyada yaptıkları sorulacak, ona göre hakkında karar verilecektir.
Daha önce de insan öldüğü zaman kabrinde "Münker ve Nekir" denilen iki melek tarafından sorguya çekilecektir. Ölüye
soracaklardır: Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir? Dinin nedir? Kıblen neresidir? Buna Kabir sorgusu denir.
2) Amellerin yazılı olduğu defter, her insanın dünyada iyi ve kötü her işlediği şeyin yazılı
olduğu defterdir. Melekler tarafından yazılmış olan bu defter, ahirette sahibine verilecek ve ona:
"Al, kitabını oku!" denilecek ve böylece hiç bir şey gizli kalmayacaktır. 3) Mizan,
Mahşer'de herkesin dünyada yapmış olduğu işleri tartmaya mahsus bir adalet ölçüsüdür ki, bununla
amellerin iyi ve kötü miktarı anlaşılmış olur. 4) Sırat, Cehennem'in üzerine
kurulmuş, üzerinden geçilmesi pek zor olan bir köprüdür. Bunun üzerinden Allah'ın iyi kulları çok kolaylıkla
geçer. Öyle ki, bir kısmı şimşek çakar gibi aniden geçer ve Cennet'e girer. Kafirler ile müminlerden bağışlanmamış
kimseler geçemeyip Cehennem'e düşeceklerdir. Kafirler ebedî olarak orada kalacaklar, müminler ise cezalarını
doldurduktan sonra Cennet'e gireceklerdir. 5) Cennet, hatır ve hayale gelmeyen maddî ve manevî
nimetleri içinde toplayan, hiç bir zaman yok olmayan ve bugün mevcut olan sekiz bölümlü bir mükafat alemidir. Bulunduğu
yeri ancak Allah bilir. 6) Cehennem, bütün kafirlerle bazı günahkar müminler için yaratılmış
olan yedi aşağı tabakaya bölünmüş bir azab kaynağıdır. Burada kafirler ebedî olarak kalacaklar
ve azab çekeceklerdir. Günahkar müminler ise, bir müddet azab çektikten sonra bağışlanarak Cennet'e konulacaklardır.
Cehennem'in bulunduğu yeri de ancak Yüce Allah bilir. 7) Kevser Havuzu, Mahşer günü Yüce Allah
tarafından peygamberimize ikram buyurulacak olan gayet büyük bir havuzdur. Bunun çok tatlı ve berrak suyundan müminler
içecekler. Mahşerin dehşetinden ileri gelen hararetlerini gidereceklerdir. 8) Şefaat,
ahiret günü bir kısım müminlerin bağışlanmaları ve bazı itaatli müminlerin de yüksek derecelere
ermeleri için peygamberimizin ve diğer bazı büyük zatların Yüce Allah'dan dilek ve yalvarışta bulunmalarıdır.
Ahirette bütün insanlara ait hesaba çekilme işinin bir an önce yapılması için en büyük şefaatta bulunacak
kimse, Hazreti Peygamber Efendimizdir. Onun bu şefaatına Şefaat-ı Uzma (En büyük Şefaat) denir.
Peygamberimizin sahib olduğu Cennetteki yüksek makama da Makam-ı Mahmud (Övülen Makam) denir.
Bütün bu saydığımız şeylerin aslını ve özünü ayrıntıları ile bilmek ancak
Yüce Allah'a mahsusdur. Ahiretle ilgili bütün bu olayların var olduğunu kabullenmek, Yüce Allah'ın kudret ve
azametini düşünüp sezebilenler için asla uzak ve imkansız görülemez. Yüce Allah'a hamd olsun ki, biz bunların
hepsine inanmış ve iman etmiş bulunuyoruz. "Allah her şeye gücü yetendir."
(Kehf: 45)
Ahiretin Varlığındaki Hikmet
64- Bilindiği gibi, Yüce Allah'ın varlığı ezelîdir, ebedîdir. O'nun kudreti de sonsuzdur. Her işinde
de nice hikmetler vardır. O'nun yaratıcılık sıfatı her zaman varlığını gösterecektir.
O'nun yarattığı ve yaratacağı varlıkların bir kısmı devam edecektir. Kimbilir
içinde yaşadığımız bu alemi ne kadar asırlar önce yaratmıştır! Sonra da bu alemde
birtakım ibadet ve görevlerle yükümlü olmak üzere insanları seçkin bir sınıf olarak meydana getirmiştir.
Bütün bu insanlar ve diğer nice yaratılmış varlıklar boşuna mı yaratılmıştır?
Geçici bir zaman için yaşayıp da sonra tamamen yok olsunlar diye mi, bu kadar mükemmel suretle meydana getirilmişlerdir?
Hayır, böyle bir iddiaya insanın vicdanı isyan eder. Her zerrede görülen hikmet buna karşı çıkar.
65- Şübhe yok ki, insanlar bu dünyaya bir imtihan için getirilmiştir. Bu alemde yapmış olduktan iyi ve
kötü amellerinin sonuçlarına ve karşılıklarına başka bir alemde ebedî olarak kavuşmak için
yaratılmışlardır. Bu dünyada herkes yaptığının karşılığını
yeter derecede görmemektedir. Nice saygı değer iyi insanlar sefil bir halde yaşarlar. Nice sapık ve azgın
kimseler de, rahatlık içinde yaşayarak kötü yürüyüşlerinin cezasını dünyada görmezler.
Bu bakımdan Yüce Allah'ın adaletinin tam manasıyla gerçekleşeceği bir alem lazımdır ki,
herkes yaptığı işlerin karşılığını orada bulsun. Böylece Yüce Allah'ın
yaratıcılık sıfatı kendisini daima göstersin. 66- Şunu da düşünmelidir:
Bu dünyada insanlar ve diğer sorumlu yaratıklar iki kısma ayrılmıştır: Bir kısmı
üzerine düşen görevleri yerine getirmekte ve Allah'ın varlığına değişmez bir inançla sarılmış
bulunmaktadır. Bu değişmez ve devamlı inanç sahiblerinin mükafatları da ahiret hayatında ebedî
olacaktır. Diğer bir kısmı ise, görevlerini kötüye kullandıklarından Yaratıcısını
unutmuşlar ve nefislerine uyarak gittikleri sapık yolun doğruluğuna devamlı bir inançla bağlanmışlardır.
Milyarlarca sene yaşayacak olsalar dahi, kendi inanç ve inkarlarını terketmemek kararında bulunurlar.
Onun için bunların cezası da, kendi inançları gibi ebedî olacaktır. Ahirette sonu gelmeyen bir azaba düşeceklerdir.
Şunu da ilave edelim ki, Yüce Allah katında güzel iman o kadar makbul ve büyük bir şeydir ki, onun karşılığı,
Allah'ın bir ihsanı olarak sonsuz bir mükafattır. Allah'ı inkar edip batıla tapınmak da, o kadar
büyük bir cinayettir ki bunun karşılığı da, sonsuz bir azabdan başka bir şey değildir.
"İyi insanlar Naîm'de (Nimet Veren'de), günahkar kimseler de Cehennemdedirler." (İnfitar: 13-14)
|